Hürriyet'ten İpek Özbey'e gündemle ilgili değerlendirmelerde bulunan Kalın'ın açıklamalarından bir kısım şöyle:
Amerikan yönetiminin Kudüs ile ilgili böyle kararlar alacağı bilgisi bize gelmeye başlayınca Cumhurbaşkanımıza bir arzda bulunduk, kendisi bize bir yol haritası çizdi. “Öncelikle ben yoğun bir telefon diplomasisi yapacağım” dedi. Ardından bu kararın açıklanacağı kesinleştikten hemen sonra da İslam İşbirliği Teşkilatı dönem başkanı olarak olağanüstü zirve çağrısı yaptı. Tabii sadece zirvede alacağımızın kararın yeterli olmadığını bildiğimiz için, bunun rüzgârını arkamıza alarak BM sürecini başlattık. Bütün bu süreçte cumhurbaşkanımız inanılmaz bir mesai harcadı. O arada yürüttüğümüz epey bir arka kapı diplomasisi var. Kudüs’ün tek taraflı olarak İsrail’in başkenti olarak kabul edilemeyeceğini, bunun Kudüs’ün tarihi ve dini gerçekleriyle uyuşmadığını ve Ortadoğu barış sürecine katkı sağlamayacağını Amerikalı mevkidaşlarımıza da anlatmış, bu kararlarının dünyadan kimseden destek bulamayacağını da söylemiştik aslında. Dinlemediler ve büyük bir hezimetle karşı karşıya kaldılar. Yaşanan Filistin davası için büyük bir kazanımdır, Trump yönetimi için de büyük bir hezimettir. Tehdit, baskı ve şantaj politikalarıyla 21. Yüzyıl’da diplomasi yapamazsınız.
'BOSNA-HERSEK'İN TAVRINI DOĞRU OKUMAK GEREKİR'
Orada üçlü bir yapı var. Ben Bakir Bey’in buna evet verilmesi yönünde bir çalışma yaptığını biliyorum. Ama Bosna-Hersek’in üç parçalı yapısından dolayı bu imkân olmadı. İlginçtir Sırbistan ‘evet’ oyu kullandı. Bu çok önemlidir. “Bosna hayal kırıklığı” yorumlarını ben de gördüm, ancak doğru okumak gerekir.
'TRUMP, DÜNYADAN TEPKİ GELİR SONRA SAKİNLEŞİR DİYE DÜŞÜNDÜ'
Trump ne yapmaya çalışıyor? Amerika’nın bu sonucu öngörmemesi olası mı?
İki boyutu var aslında. Bunu iç siyaset açısından bir seçim vaadi olarak gördü. “Vaadimi yerine getiririm. Belki dünyadan birkaç gün yüksek sesli eleştiriler gelir, sonra sakinleşir” diye düşündü —ki bence büyük bir hesap hatasıydı. İslam dünyasında yaşanan bir takım ihtilaflar, İran ile Suudi Arabistan çekişmesi, mezhep gerginlikleri, devam eden iç savaşlar, terörden hareketle İslam ülkelerinden güçlü bir birlik, beraberlik çıkmaz gibi bir beklenti içine girmiş olabilirler. Ama bakın Kudüs hepimizi birleştirdi. Türk siyasetini de birleştirdi. Meclis’te bulunan dört siyasi parti de İran ve Suudi Arabistan gibi ihtilaflı ülkeler de aynı bildirinin altına imza attı. Avrupa’dan Afrika’ya, Vatikan’dan Ortadoğu Hristiyanlarına mutabakat oluştu. Filistin meselesindeki temel problem İsrail’in işgalidir. İsrail yönetimleri ve onun destekçileri ısrarla bu işgal politikalarını unutturmak için çeşitli taktik ve stratejiler uyguluyor.
.@ipekkozbey, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’la masadaki kritik konuları ve Batı’nın İslam algısını konuştu: "Kudüs kararı hepimizi birleştirdi…" https://t.co/jxC2HfvwGN @ikalin1 #360Derece pic.twitter.com/OvbPZBbTby
— Hurriyet.com.tr (@Hurriyet) 25 Aralık 2017
Mesela Arapların ötekileştirilmesi, Filistinlilerin adeta şeytanileştirilmesi bu siyasetin bir parçasıdır. İsrail yönetimleri Batı’ya şunu söylüyor: “Karşımızda rasyonel olmayan, otoriter, terörist, kadın düşmanı, özgürlük düşmanı, ataerkil, aklıyla değil duygularıyla hareket eden bir güruh var. Dolayısıyla biz böyle mücadele etmek, şiddet kullanmak zorundayız. İslam-Batı ilişkilerini, Müslüman-Yahudi ilişkilerini zehirleyen bu yaklaşımı 67’den beri sistematik olarak uyguluyor.
Kim, ne kazanıyor sonunda?
İsrail bu algıları inşa ederek 67’den bu yana Filistin topraklarını işgal etmeye, çalmaya devam ediyor. O manada kendileri açısından faydalı bir şey yapıyorlar. Batı’yı kendi yanlarına çekerek, “Ortadoğu’daki tek demokrasi biziz, bize yardım etmek zorundasınız” tezini işliyor. Bunun da ciddi bir şekilde sorgulanması lazım. İsrail’in kendi içinde bir Yahudi demokrasisi olabilir ama Yahudi olmayan vatandaşlara nasıl muamele edildiğini hepimiz biliyoruz. İsrail’deki Arapların ikinci sınıf vatandaş olduğu, Batı Şeria ve Gazze’deki Arapların sürekli abluka altında tutulduğu, her tür tacize, aşağılanmaya maruz bırakıldığı, topraklarının çalındığı, zeytin, limon bahçelerinin alındığı, satıldığı bir yerde demokrasiden bahsederseniz gülünç hale gelirsiniz. En azından biz bu hikâyeyi satın almıyoruz.
Batı neden satın alıyor?
Bu propaganda üzerinden mi yürüyorlar?
Tabii. Ne zaman İsrail’in işgalini birileri ifşa etmeye kalksa hemen onun üzerine çullanırlar. Antisemitizm yayıyorsun diye. Halbuki İsrail’in politikalarını eleştirmek Antisemitizm değildir. Holokost İstanbul’da yaşanmadı, Kahire’de, Pakistan’da, İran’da yaşanmadı. Avrupa’nın göbeğinde yaşandı.
Ortadoğu son 100 yıldır büyük bir savrulma yaşıyor. Öncesine baktığınızda bu topraklar yaklaşık bin yıl boyunca kültürün, medeniyetin, sanatın, estetiğin, ticaretin, diplomasinin zirvesinde olan yerlerdi. Dünyanın en iyi düşünürleri, sanatkârları, âlimleri, müzisyenleri, şairleri, edebiyatçıları ya bu topraklardan çıkıyordu ya da bu topraklara geliyordu. Müthiş bir etkileşim vardı. Batı’yı dönüştüren de aslında bu coğrafyanın ürettiği kültür, sanattı. Savaşlar olmuştur, devletler kurulmuş, yıkılmıştır. Ama düzenli bir şekilde sosyokültürel bir yaşam alanı olmaya devam etmiştir. Son 100 yıldır büyük bir savrulma yaşanıyor. Sykes-Picot ile yeniden çizilen Ortadoğu’nun sınırları bu coğrafyanın gerçekleriyle bir türlü örtüşmedi. Çünkü masa üstünde Avrupalı emperyalist ülkelerin kendi çıkarlarına göre çizdiği bir harita vardı. Attıkları büyük fitne tohumları vardı. Mesela, Cumhuriyet’in uzun kuruluş yıllarında “Araplar bize ihanet etti, bizi arkadan vurdu” tezi işlendi.
'ARAP DÜŞMANLIĞI ÜRETİLDİ'
İhanet etmedi mi?
Şimdi yazılmak istenen ne?
Bugün özellikle son 10-15 yıldır Ak Parti iktidarı ve Cumhurbaşkanımızın başkanlığında Türkiye bütün bölgeye farklı kanallardan açılma yolunu tercih etti. Batı ittifakı içinde, NATO üyesi ve AB ile üyelik müzakereleri yürüten bir ülke olarak dedik ki, “Biz Balkanlarla da Kafkaslarla, Çin, Rusya, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yla da iyi ilişkiler içinde olmalıyız.” Bunun neticesinde yeni köprüler inşa edilmeye başlandı. Bunu büyük fotoğrafın içinde görmek lazım. Bu sadece Arap dünyasına yönelik bir muamele değildi.
Bir yandan da “Eksen kayıyor, bugüne kadarki bütün kazanımlarımızı kaybediyoruz” algısı var. Batı’dan uzaklaşıyor muyuz?
Peki müttefiklerimiz de öyle bakıyor mu?
Bu da önemli. Mesela Fransa, Ortadoğu’yla çok yakın bir ilişki içinde. Kimse kalkıp Fransa’ya “Ya ne oldu, sen Avrupa eksenini bırakıp Ortadoğu’da ne geziyorsun” demiyor. İngiltere’nin, Körfez ülkeleriyle son derece iyi ilişkileri var. Kimse İngiltere’yi bundan dolayı eleştirmiyor. Amerika aynı şekilde malum. Ne zamanki Türkiye, Ortadoğu’daki etkinliğini arttırıyor, hemen “Eksen kayması” yaşanıyor deniyor. Peki müttefiklerimize layık gördüğünüz şeyi, neden Türkiye’ye layık görmüyorsunuz. Onlardan daha fazla bizim bu angajmanlara ihtiyacımız var. Ulusal ve güvenlik çıkarlarımız açısından baktığımızda da Avrupa’yla ilişki içinde olurken, Rusya’yla da Ortadoğu’yla da iyi olmamız gerekiyor.
Arap dünyasının entelektüel tarihinden söz ettiniz. Ne oldu da biz ‘cahil Müslümanlar’ oluverdik?
Filistin meselesi de bu eşitlik taleplerinden biri…
Tabii bu meseleyi adil bir şekilde çözelim, Ortadoğu’nun kaynaklarını adil bir şekilde paylaşalım, eşitlik olsun. Bize bir şey empoze ederseniz mesafe koyarız. Bunu daha özgüvenle ama altı dolu şekilde ifade etmeye başladık. Türkiye’nin son 10 yılda çizdiği profil de bu, Türkiye’den ve Cumhurbaşkanımızdan rahatsızlık duyulmasının sebebi de bu. Mevcut küresel düzeni sorgulayan bir lider ve alternatifler üretebilen bir Türkiye var. Bu tabii birilerini rahatsız ediyor.
Her gün başka gündemle uyandığımız için günlükmüş izlenimi ediniyoruz. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tüm bu adımları bir plan çerçevesinde mi yürütüyor?
Abartmadan söylüyorum yaklaşık 150 yıllık bir tarihi muhasebenin sonunda ulaştığımız bir noktadır bugün Türkiye’nin izlediği politika. Bunun içinde Tanzimat tecrübesi de vardır Cumhuriyet tecrübesi de… Bu yüzdendir ki BM’de Cumhurbaşkanımız çıkıp, “Dünya 5’ten büyüktür” dediğinde ses getiriyor.
'ERDOĞAN İÇİN 'EYVAH NİYE BÖYLE DEDİ' DİYE DÜŞÜNMEM'
Hayır, bakın Cumhurbaşkanımız bir diplomat değil, bir siyasi liderdir. Siyasi lider olarak da bütün bu verileri toplar, zihninde analizini yapar ve siyasi çizgiyi belirler. Siyasi liderlik de bunu gerektirir. Bu yeri geldiğinde, yumuşak diplomasi, yeri geldiğinde sert çıkışlardır. Bunun ayarını belirleyen de kendisinin siyasi sezgileri, birikimi ve cesaretidir. Ben kendi adıma hiçbir zaman, “Eyvah, burada neden böyle dedi” diye düşünmem. Çünkü ben onu neden dediğini ve neyi hedeflediğini, nasıl bir belayı def etmeye çalıştığını biliyorum. Zaten kamuoyu da bunu çok kısa bir süre sonra görüyor
'ERDOĞAN BİR LİDER OLARAK SÜRECİ YÜRÜTÜR'
Peki bütün bu diplomasi trafiği külliye içinde nasıl yürütülüyor?
Burada sağ olsun yine Cumhurbaşkanımızın yönlendirmesi, desteği ve sahiplenmesiyle birimler arasında çok hızlı bir koordinasyon yapılır. Güvenlik, dış politika, iç politika, ekonomi boyutuyla tüm verileri toplar, mevkidaşlarımızla görüşür ve cumhurbaşkanımızın düzeyine çıkartılması gereken konuları çıkartırız ve onun nerede dahil olacağı konusunda gerekli hazırlığı yaparız. Kendisi de bir lider olarak süreci yürütür.
Vize açmazı, FETÖ belası, Sarraf davası… Daha önce bu boyutta kriz yaşadık mı ABD ile?
Amerikan yönetimlerinin Türkiye’nin ulusal çıkarlarını bu kadar göz ardı ettiği başka bir dönem hatırlamıyorum. İki temel meselemiz var Amerika ile. Biri PYD-YPG, diğeri FETÖ… Saydığınız vize, New York’taki dava bunun türevleri. Amerika da YPG’nin ne olduğunu biliyor. Onun için de SDF (Suriye Demokratik Güçleri) gibi isimler uydurarak bunu kamufle etmeye çalışıyorlar. Bunun bir kandırmaca olduğunu biliyoruz.
Diyelim ki DEAŞ’la YPG aracılığıyla savaşıyorlar; peki niye FETÖ konusunda adım atmıyorlar?
Kim koruyor?
E, Amerikan sistemi içinde bunları koruyan, kollayanlar var demek ki, kendilerini bu kadar güvende hissediyorlar. Bu bir ihtilaf konusu olarak duruyor. Bunun çözülmesini istiyoruz. Aynı şey Amerika’nın başına gelse, bizden ne beklerlerdi? Bu tür örgütlerin zararları konusunda Batılı ülkelerden daha büyük hassasiyet ve ciddiyet bekliyoruz. Bunu bugüne kadar göremedik.
Kitabınızın sonundan bir cümle: “İnsanlığın elinde daha adil ve barışçıl bir dünya düzeni için pek çok imkân var. Bunun için bizden farklı olan insanlarla belli ahlaki ilkeler çerçevesinde yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor.” Bunu biz içeride nasıl başaracağız?
Siyasetin sıcak gündemi buna izin veriyor mu?
Tabii zaman zaman bu, insanların gerçek ilişkilerinin önüne geçebiliyor. O farklılıkları kendi doğallıkları içinde yönetebilecekken bazen siyasi kimlikler öne çıkabiliyor. Siyaset hayatın bir gerçeği, bundan kaçamayız. Aslında iyi değer üretmek için var olan bir kurum. İnsanların ilişkilerinde de bu nüansları görüp, birilerini anlamaya çalışarak çaba içinde olması bizi yakınlaştırır. Bu hepimizin aynı olacağı, aynı düşüneceği anlamına gelmez. Tam tersine zenginliğimiz farklılıklarımızdan çıkacak. Bir senfoni gibi. Ben bunu başarabileceğimize inanıyorum.
'SON TAHLİLDE AŞIK VEYSEL'DE BİRLEŞİRİZ'
Ortak değerlerimizden uzaklaşıyor muyuz, ne dersiniz?
Çok hızlı dönüşüm dönemlerinde bu tür savrulmalar olabiliyor. Bazen daha sakin durup, aynı gemide olduğumuz gerçeğini hatırlamamız lazım. Dindardır, laiktir, CHP’lidir, Ak Partili’dir, köylüdür kentlidir… Son tahlilde Aşık Veysel’de hepimiz birleşiriz. Yunus Emre’de, Mevlana’da, Neşet Ertaş’ta hepimiz birleşiriz. Kudüs’te birleştik mesela. Ortak noktalarımızı daha çok hatırlamamız lazım.
Umarım 2018 böyle bir yıl olur…
İnşallah, ben bu yönde güzel tecrübeler yaşayacağımıza inanıyorum.