Türkiye’nin RF uçağını düşürme hatasından özür diyerek geri dönmesi ve normalleşmeye eşlik eden Astana süreci ile birlikte dış politikasında adım adım dönüşüm gündemde.
Peki Ankara, Ahmet Davutoğlu’nun ‘sıfır sorun’ motto’suyla başlayıp ‘sırf soruna’ evrilen dış politikasının bugün neresinde? Astana süreciyle Rusya ve İran ile birlikte tesis edilen ‘ortaklıkta’ yeni bir dönüm noktasına mı gelindi? Türk dış politikasını yakından takip eden dört uzmanla konuştuk.
‘İDEOLOJİ HALA OLDUĞU YERDE AMA GÜNEŞİN ALTINDA DONDURMA MİSALİ…’
“Ben ideolojinin hâlâ olduğu yerde durduğu kanaatindeyim. Ancak başka bir önemli mesele var: Bu ideolojik yaklaşımla geliştirilmiş olan o ‘idealist politika’nın siyaseten pratikte yani gerçekler karşısında sürdürülebilirliği kalmadı. Güneşin altında kalmış dondurma misali. Dondurma varlığını güneşin altında sürdürebilir mi? Hiçbir şeye döner ama bu arada dondurma olmaktan da çıkmaz. Özünde dondurmadır. Erimiş olabilir ama yine dondurma niyetine yiyebilirsiniz.”
‘ZAMANIN VE ZEMİNİN UYGUN OLDUĞU NOKTADA…’
Kasım Han, bu ideolojik dış politikanın Davutoğlu tarafından kendine mal ederek sahiplenilmesini ‘kendisine haksızlık’ görürken, “Bu, onun tarafından icat edilmiş bir siyasi yaklaşım değil. Türkiye'de belli bir siyasi gelenekte ciddi kökenleri, karşılığı, son derece ciddi ideologları vardı, ama Davutoğlu sahiplendi” ifadelerini kullandı. Davutoğlu’nun bunu “İflas ettiği belli olduğu anda bile ısrarcı olduğunu” vurgulayan Kasım Han, bugün hala iktidarı belirleyen bahzı şahısların ise meseleyi daha az kişiselleştirmelerinden ötürü bu politikaları “Zamanın ve zeminin uygun olduğu noktada’ diyerek rasyonalleştirebileceğimiz bir yaklaşım içerisinde askıya alabildiklerinin” altını çizdi.
‘TÜRK DIŞ POLİTİKASI RUSYA İMTİHANIYLA KARŞI KARŞIYA’
Kasım Han’a göre, Türkiye’nin bu yanlış politikası retorikte olsa idare edebilirdi ancak Rusya’nın bölgeye girişiyle bir ‘süper güç’ ile karşı karşıya kaldığı için bir sınavla karşı karşıya kaldı:
’’Rusya'nın doğrudan Türkiye'nin hasmı olarak denklemin içerisine dahil olması, Davutoğlu’yla beraber bahsettiğimiz yaklaşımın gerçekle imtihanı oldu. O noktaya kadar retorikle ‘uzak diyarlar’ idare edilebiliyordu. Türkiye'nin de o noktaya kadar üstlendiği çatışmalar, yani başkalarıyla çekişme alanları olarak tarif ettiği alanlar gücünün ötesinde değildi” diyen Kasım Han, Rusya içinse şu vurguları yaptı: “Rusya tabiki çok büyük bir ağırlık. Kısa zaman önceye kadar dünyanın diğer süper gücüydü. Hiç kuşku yok büyük bir devlet. Elinin altında hala ABD'den sonra en büyük nükleer cephaneliği barındıran devlet. Tümüyle de kendini jeopolitikaya tercüme etmiş dış politikayla yönetiliyor. Dolayısıyla Suriye gibi değişik nedenlerle gündeminde önem tutan bir dış politika meselesinde uçağının düşürülmesi gibi bir aksiyonla, yani doğrudan bir güç meydan okumasıyla karşılaşınca, o da en iyi bildiği şeyi yaptı ve güçle karşılık verdi. Belki askeri güç değil ama ciddi şekilde ‘yüklenerek’ karşılık verdi.” Böylelikle Kasım Han’a göre “Davutoğlu şanssız biçimde güç skalasında kendisinden daha yukarıda bir aktörle doğrudan ve güç üzerinden itişmek zorunda bırakıldı.” Dondurma-güneş benzetmesini burada da anan Kasım Han, Rusya için burada ‘güneş’ benzetmesi yaparken, “Daha önceden yolunda gitmeyen her şeyi bir anlamda görünür kıldı ve o zaman Türkiye'nin dış politikasını o güne kadarki gerçek performansıyla yargılamak özellikle Suriye meselesi açısından mümkün oldu” diye konuştu.
‘RUSYA DIŞ İLİŞKİLERDE VARLIĞI GEREKSİNİME DÖNÜŞTÜ’
“Türkiye'nin Batı’yla ilişkileri aslında çok büyük bir faktör olarak ortaya çıkmadı. Çünkü ittifak ilişkileri içerisinde veya o meşhur operasyonel ilişkiler, işlemsel ilişkiler olarak tabir edilen ilişkiler içerisinde Türkiye bir biçimde ‘Batı’yla idare ediyordu” diyen Kasım Han, şu noktaları vurguladı:
“Türkiye'nin Rusya'yla barışmak durumunda hissetmesi sadece karşı karşıya geldiği gücün ağırlığı nedeniyle değil, ‘Batı’yla ilişkilerini dengelemek açısından da. Rusya'nın Türkiye'nin dış siyasi ilişkiler hayatında varlığı bir gereksinim haline dönüştü. Çünkü Rusya'nın olmadığı durumda Türkiye kendi iç siyasetinden de kaynaklanan nedenlerle Batı’yla biraz fazla baş başa kalıyordu.” Kasım Han bu noktada o süreçte Hillary Clinton’ın başkanlık olasılığı bulunan bir dönemden geçildiğini anımsatırken, bu durumun “Türkiye'nin iç siyaseti açısından değerlendirildiğinde dış siyaset-iç siyaset ilişkisi açısından vahim bir tablonun ortaya çıkmasına neden olabileceğine” şu sözlerle dikkat çekti: “Çünkü Hillary Clinton ABD başkanı, Angela Merkel de Almanya Cumhurbaşkanıyken ‘Batı’yla ilişkilerimiz çok hoş bir manzara arz etmezdi.’’
‘ESKİ TÜRKİYE’NİN FABRİKA AYARLARI’
Kasım Han’a göre netice itibarıyla Türkiye’nin ‘Arap Baharı’ diye adlandırılan süreçte yanlış hesaplar yapıp devlet-altı örgütlerle kimlikler üzerinden ittifaklar kurmaya çalışmasının sürdürülemez hale gelmesiyle birlikte dış politika dan ister istemez fabrika ayarlarına daha benzeyen bir duruma dönüştü:
’’Türkiye sıfır sorunla beraber bir dış politika döngüsüne başlamıştı. Ancak bu Ortadoğu'nun o günkü haliyle, ‘Arap Baharı’ öncesindeki statükonun devamını varsaydığı bir yaklaşımdı. Yani Türkiye yeterince güç biriktirene kadar var olan ilişkilerini daha ziyade yumuşak güç üzerinden geliştirerek ittifaklarını da buna göre ilerletmek istiyordu. Bu zaten Türkiye'nin geleneksel dış politikasından da unsurlar taşıdığı için çok dikkat çeken bir değişim değildi. Ancak ‘Arap Baharı'ndan sonra Türkiye iç siyasetin kendi içindeki dinamiklerinden de kaynaklanabilir bir biçimde döndü ve ilişkilerini devletlerden ziyade devlet altı aktörlerle kurduğu ittifaklar üzerinden, onları da kimlikler üzerinden kurmak yöntemiyle belirlemeye çalıştı. Fakat bu sürdürülemez hale gelince ister istemez hani şu eski Türkiye'nin fabrika ayarlarına daha benzeyen bir noktaya dönmüş durumda.”
Kasım Han, bu noktada Shakespeare'in kralına söylediği ünlü sözüne atıf yaparak ''Dünyada zorunluluk kadar büyük bir erdem yoktur'' diyor. Bu da gene zorunluluklar sathında yani yaşadıklarımız ve o deneyimlerimizin bizi kısıtladığı alan sathında belirlenen bir döngü. Dolayısıyla Türk dış politikası o manada tam bir döngüyü tamamlamış vaziyette” ifadelerini kullandı.
’SEÇENEKLERİ SİYAH BEYAZA İNDİRGEMEMEK’
Ahmet Kasım Han, Türkiye’nin İran ile ilişkilerini değerlendirirken, İran’ın dış politika yaklaşımındaki farklılıklara şu sözlerle dikkat çekti
’’Türk dış politikasıyla İran dış politikası arasındaki en büyük fark, İranlıların kimseyi kendi gücünün üzerinde seçimler yapmaya ve kendi gücünün üzerinde bir biçimde olaylara dahil olmaya zorlamaması. Kendi seçenekleri en başta olmak üzere siyah-beyaza indirgemek gibi bir eğilimlerinin olmaması veya bunun oldukça hesaplı bir süreç içerisinde cereyan etmesi ve kırmızı çizgilerini de çok yüksek sesle deklare etmektense daha ziyade bunlar eğer çiğnenirse harekete geçecekleri yönünde şüphe bırakmayacak bir geçmiş kaydı oluşturmalarıyla alakalı.’’
DOSTER: İDEOLOJİK OLARAK TAM KOPUŞ YOK AMA U DÖNÜŞÜ VAR
“Keşke olsa ama olsaydı bunu Suriye sahasında daha net görürdük. Üç laf edildikten sonra tekrar ‘Esed’ denmezdi ve yakın zamanda bunu Irak’ta da görürdük. Irak lideri İbadi hakkında, ‘Sen de kimsin, sen benim muhatabım değilsin, kalibremde değilsin’ lafları edilmezdi. Eğer bu olsaydı, İran’a ziyaretler daha evvel başlardı. Son dönemlerde sıklaştığına tanıklık ettiğimiz bu ziyaretlerin hem bir komşu ülke olarak hem tarihsek olarak rekabet içerisinde olduğumuz en iri kıyım komşu ülkelerden biri olarak hem de Irak ve Suriye sahasında en etkili aktör ülke olarak daha evvelden başlamış olması gerekirdi. Bir u dönüşü var ama mezhepçi, Osmanlıcı yaklaşımlardan tamamen bir kopuş yok.”
‘RUSYA VE İRAN’IN ÇİZGİSİNE YANAŞAN TÜRKİYE OLDU’
Barış Doster, Rusya’nın Suriye sahasına 2015’te askeri olarak müdahil olmasıyla Türkiye’nin hamlelerini zora soktuğunu belirtirken, daha sonraki süreçte yaşanan farklar ve İran ile de ilişkilerde yeni bir dönem açıldığını şu sözlerle aktardı:
“Rusya havadan işe müdahil olunca, Türkiye’nin ayakları suya erdi. Türkiye zaten en büyük ve önemli üç dış ticaret ortağından biri olan ve doğalgazına bağımlı olduğu Rusya sahaya inince, gerçeklerin acımasız yüzüyle çok net ve sert bir şekilde karşılaştı. Rusya’nın bu hamlesi sadece Suriye üzerindeki etkisini pekiştirmekle kalmadı, Türkiye’nin askeri harekât kabiliyeti ve dış politikası üzerindeki, baskınlığı da arttı. 2015’te Rusya’nın Suriye’deki varlığını hava kuvvetleriyle pekiştirmesi, 2015 yılı sonunda Rusya’nın uçağının düşürülmesi, 2016’da Rus büyükelçisinin Ankara’da öldürülmesi, arada 15 Temmuz emperyalizm destekli Fetö’cü darbe kalkışmasında hemen öncesi ve devamında Rusya çok önemli bir aktör oldu. Rusya’nın Türk hükümetiyle dayanışma içinde olması, önemli istihbaratları paylaşması, ilk dayanışmasını açıklayan büyük ülkelerden İran ile ilk iki ülke olması, Türk ekonomisi üzerinde enerji tedarikçisi olarak konumunu Türk diplomasisi ve siyaseti üzerinde de pekiştirmiş oldu. Türkiye’nin bu anlamda Suriye’deki dış politikası Sabık başvekil Ahmet Davutoğlu’na mal olduğu gibi, bu Türkiye’nin bir u dönüşü yapmasının da önünü açtı. Bu çok kaçınılmaz bir şekilde ve de doğal olarak İran ile ilişkilere de yansıdı çünkü İran Suriye ve Irak sahasında en önemli bölgesel ve Müslüman aktör ve Rusya’nın arada taktik pürüzler olsa bile bu bölgede en fazla güvendiği devlet. Adeta Avrasya güçleri arasında Ortadoğu’da öne çıkan bir ülke olarak konumlanmış İran var ve bu İran’ın da elini güçlendirdi. Çünkü Rusya ve İran’ın çizgisine yanaşan Türkiye oldu.”
‘BÖLGE ÜLKELERİ KÜRT TEHDİDİNE KARŞI İŞBİRLİĞİ YAPMALI’
Doster’e göre Rusya bölgedeki bütün Kürt örgütlerini ABD’nin eline bırakmak istemiyor ve politikalarını da bu şekillendiriyor. Doster, Rusya’nın Kürtler söz konusu olduğunda en köklü bilgilere sahip ülke olduğunu, “Dünyada akademik düzlemde Kürdoloji faaliyetlerinin en eski, en köklü ve güçlü olduğu ülkelerin başında Rusya gelir. Bu birikim Çarlık dönemine kadar dayanan bir birikimdir” sözleriyle anlatırken, “Politik ve diplomatik düzlemde Rusya PKK-PYD terör örgütünü de, Barzani’yi de, Goran’ı da, önceki gün hakkın rahmetine kavuşan Talabani’yi de tamamen ABD’nin inisiyatifine bırakmak istemez. Ne ölçüde gerçekleşirse o ölçüde ama bunlar üzerinde güç sahibi olmak ister” vurgusu yaptı. “Büyük devletlerin diplomasisinde yapması gereken budur” diyen Doster, İran’ın da önemsenmesi gereken bir aktör olduğuna dikkat çekti: “İran, Irak’ın tamamında olduğu gibi, kuzeyinde de önemli bir aktördür. İran’ın birikimli bir diplomasisi olduğundan dolayı, Anti Amerikan ve anti Siyonist söylemi de, anti emperyalist söylemi de gerektiğinde Şiiliği de muhatabına göre yerinde, zamanında kullanan bir diplomatik akla sahip olduğu için, bu İran’ın da işine gelen bir durumdur.”
Doster, Rusya Federasyonu’nun da İran’ın da Orta Asya’dan kaynaklanan deneyimleri nedeniyle birbirlerinin endişelerine saygı duyarak ihtiyatlı yaklaşımlar geliştirdiklerine dikkat çekti.
‘PROJENİN BABASI ABD, ORTAĞI İSRAİL’
Türkiye-İran ilişkilerini ‘ihtiyaçların’ belirlediğini dile getiren Doster, “Her ittifak karşısında başka bir ittifak doğurur. Ülkeler nezdinde burada tehdidin kaynağı bir Kürt devletidir” diyen Doster, bu devletin “Irak, Suriye ve devamında Türkiye ve İran’ın bölünmesiyle oluşacağı ve olgunlaşacağı” görüşünü şu sözlerle dile getirdi:
“Bunun en büyük küresel, emperyalist anlamda destekçisi, hamisi hatta proje babası ABD’dir. Bunu bölgesel olarak en hararetli bir şekilde destekleyen de ABD’nin stratejik olarak ortağı olan İsrail’dir. Tehdit eğer ABD’den geliyorsa, tehdidin muhatabı bu dört bölge ülkesiyse ve bu tehdit Irak ve Suriye’de maalesef hayli ilerlemişse bu tehdidin kaynağına karşı kaçınılmaz olarak bu dört bölge ülkesinin de bir araya gelmesi gerekir. Aralarındaki anlaşmazlıklar, çatışmalar ne olursa olsun ne kadar önemli olursa olsun bu büyük tehdit karşısında önemsiz olması gerekir. Anadolu deyimiyle eteğindeki taşı dökerek, gerektiğinde bir özeleştiri verecek olgunluğu da göstererek bir araya gelmek gerekir.”
Doster buna karşılık Türkiye’nin gecikmiş de olsa hatalardan döndüğü görüşünde: “Türkiye’nin onca hata yaptıktan sonra İran ile yakınlaşma arayışı içerisinde olması, İbadi’yi muhatap alması hatta TSK’nın 30 Irak askeriyle birlikte sınırda bir tatbikat yapması, Kuzey Irak’ı ekonomik ve diplomatik olarak teşvik etmenin yanlış olduğunu görmesi gecikmiş olmakla beraber olumlu adımlardır. Davutoğlu döneminde o kadar çok hata yapıldı, o kadar çok geç kalındı ki örselenen diplomatik yolları yeniden onarmak kaçınılmaz olarak biraz daha fazla zaman alacaktır ve Türkiye’nin ilk adımları atması konusunda üzerine biraz yük yükleyecektir.”
‘TÜRKİYE VE BATI ARASINDA YAPISAL SORUNLAR VAR’
Doster’e göre “Batı yücelttiği demokrasi, insan hakları gibi kavramlarla ilgili ikiyüzlü davranıyor” ancak buna karşılık “Türkiye’nin Batı’dan kopması iktisadi ve kurumsal olarak da mümkün değil”:
“Demokrasi, insan hakları, özgürlükler dediğimiz kavramlar biz istediğimiz, hak ettiğimiz için ama bizim gayretimiz ve çabamızla gelmesi gereken kavramlardır. Bunlar ithal edebileceğimiz bir otomotiv, pahalı bir saat, cep telefonu ya da muz değildir. Batı da bu değerleri israf etmekte çok gönüllü değildir fakat işine geldiğinde bu kavramları bir yumuşak güç unsuru olarak adeta bir demoklesin kılıcı gibi başkalarının tepesinde sallandırır. Öte yandan başkalarının bu kavramları samimiyetle benimsemesi konusunda Batı’nın da tarihi çok kanlı ve kirlidir ve ikiyüzlüdür. Batı neden Körfez’de kendi müttefiki olan emirliklerde insan haklarını, demokrasiyi hiç gündeme getirmez? Batı’dan bir şey beklemiyorum ama bu ülkede böyle bir damar da mevcut. Benim gibi Doğan Avcıoğlu geleneğinden çok fazla beslenen insanların başucu makalelerinden biri ünlü ‘Havutçu Mustafa’ adlı eseridir. Bu bağlamda baktığımızda, Türkiye ne tamamen Batı’dan kopabilmeyi göze alabilir çünkü Türkiye’nin iktidar seçkinleri, bürokrasisi en önemlisi siyaseti ve ordusu bunu göze alabilir ne de Batı böyle bir şeye izin verebilir.”
‘DOĞU TÜRKİYE’NİN BATI’DAN KOPMA BLÖFÜNÜ İNANDIRICI BULMUYOR’
Doster, Doğu’nun bile bu söylemleri inandırıcı bulmadığına atıf yapıyor: “Avrasya’daki, Doğu’daki uzmanlar, bilim insanları ve gazeteciler Türkiye’nin Batı ile arası biraz açıldığında ya da oradan biraz azar işittiğinde bunu blöf olarak ya da taktik olarak gündeme getirdiğini ama Batı ile tarihsel ve kurumsal ve iktisadi olduğunu bilirler. Türkiye’nin son beş yıldır oynadığı bu blöf, diline pelesenk ettiği bu söylem ne Batı’da da çok caydırıcı bir etki yaptı ne de Doğu’da umulduğu kadar ses getirdi. Türkiye’nin akşamdan sabaha NATO’dan kopması, ŞİÖ’ye tam üye olması mümkün değildir. Her iki taraf bunu bildiği için, ŞİÖ Rusya’nın önerisiyle enerji zengini olmayan Türkiye’yi bir yıl süreyle, geçici olarak enerji kulübü başkanlığına getirdi ama yapılabilecek olan ancak bu kadar olur. Ötesinde ne NATO’dan bir dönüş söz konusudur ne de Avrasya’ya yönelik söz konusudur. Türkiye’nin kurumsal kimliği de, iktidar bloğunun beslendiği kaynaklar da buna izin vermezler.”
KANBOLAT: TÜRKİYENİN YANLIŞ POLİTİKALARINI YENİLEMESİ DOĞAL
Türkiye Cumhuriyeti’nin kademeli olarak içe kapalı politikaları terk edip süreç içerisinde dünyaya açıldığını alatan Kanbolat, kendi bölgesiyle bütünleşmesi çabalarının da bu çerçeveden anlaşılması gerektiğini vurguladı. Türkiye’nin 2000’li yıllarda Afrika, Uzakdoğu ve Ortadoğu’ya doğru açılımının olduğunu anlatırken, “Bunun ismini Yeni Osmanlıcılık koymak son derece yanlış fakat dünya ile entegre olan ve daha fazla dünyaya açılması gereken bir Türkiye’nin olduğunu ve olması gerektiğini görüyoruz” diyen Kanbolat, AKP’nin siyasal İslamcı yönelimi için şu değerlendirmeyi yaptı.
“Elbette sadece Ortadoğu veya Müslüman Kardeşler üzerinden bir birliktelik kurmak bir hayaldi ve sonuçlarını da görüyoruz ama bütün bu coğrafyayla daha yakın, bütünleşmiş bir Türkiye’nin olması gerek. Türk halkının da böyle bir talebi var. Davutoğlu zamanında TRT’de Arapça kanal açılmak istendiğinde bir yıl beklendi çünkü TRT’nin bu kanalı açabilecek bir altyapısı, dil bilen elemanı yoktu. Lübnan ve Mısır’dan kadroları getirerek açmak zorunda kaldık fakat zorlanmadan da bir şeyler olmuyor. İdari ve bürokratik kapasitenin daha fazla büyütülmesi ve uzmanlaşması gerekiyor.”
‘TÜRKİYE’NİN DIŞA AÇILIMI DAVUTOĞLU İLE BAŞLAMADI’
Türkiye’nin daha önce de diğer ülkelerle ilişki kurmaya çalıştığını ve bu eğilimin Davutoğlu ile başlamadığını anımsatan Kanbolat, İsmail Cem’in Dışişler Bakanlığı döneminde Azerbaycan ve Orta Asya’dak Türk Cumhuriyetleri’yle yakınlaşma sürecine atıf yaptı. Ancak buralarda ‘yanılgılara düşüldüğünü’ belirten Kanbolat, “Ortadoğu’da da taşların oturduğu bir döneme doğru gidiyoruz” diye konuştu.
‘KUZEY SURİYE’NİN TÜRKİYE’YE BOŞALTILDIĞI FARK EDİLMEDİ’
“Türkiye’nin politikaları Rusya’nın etkisiyle değişti fakat sadece Rusya nedeniyle değişmedi. Türkiye yalnızca Ortadoğu’da diğer devletleri değil, Suriye’yi de fazla tanımadı ve yanıldığını gördü. Sayın Davutoğlu üç ya da altı ayda Suriye meselesinin biteceğini düşünüyordu. Kuzey Suriye’nin Türkiye’ye doğru boşaltıldığının farkına varamadı ve özellikle gelenleri geçici misafir olarak gördü ama bunlar kalıcılaştı. Uygulanan politikaların bir verimliliğinin ve stratejik derinliğinin olmadığını da hep birlikte gördük. Fakat Türkiye Cumhuriyeti politikalarını yeniliyor ve yenilemesi de gayet doğal. Daha gerçekçi, daha pragmatik ve daha realist politikalara doğru yönelmeye başladık.”
‘TEK TARAFLI AYRILMA ANLAYIŞI KABUL EDİLEBİLİR DEĞİL’
Kanbolat’a göre IKBY’nin referandum kararı ve bu dayandığı meşruluk zemini ‘doğru değil’. “IKBY 2005 Irak Anayasası’na göre Irak’ın üç vilayetinde kurulmuş otonom bölgedir fakat Barzani hükümeti sadece bu üç vilayette değil, peşmergenin olduğu ve Kürtlerin yaşadığı her yerde referandum yaptı ve bunları da bölgesi içine almak istiyor” diyen Kanbolat, “Sorunun ana noktası bu yoksa Irak Federal Parlamentosu’nun onayının olmaması veya Irak Anayasa Mahkemesi’nin referandum kararını askıya alması ikinci plandadır” diye konuştu. ‘Her Kürdün yaşadığı yerde referandum yapacağım ve toprağıma katacağım’ denmesini Bağdat’ın da Ankara’nın da Tahran’ın da kabul edeceğini düşünmediğini belirtip “Böyle bir anlayış kabul edilebilir değil” diyen Kanbolat, İspanya’nın Katalonya bölgesine atıfla, “’Her Katalan’ın yaşadığı yer Katalan Cumhuriyeti’ne katılacak’ denirse kan gövdeyi götürür. Bu sebeple Irak’taki durum, normal bir bağımsızlık referandumundan farklı bir durumdur. Kerkük mesela Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi sınırları içerisinde değildir” ifadelerini kullandı.
‘TÜRKİYE’NİN GÜCÜ BATI’YI EŞİT İLİŞKİYE ZORLUYOR’
“Türkiye’ye biçilmiş bir rol vardı ve bu da Batı’nın sınırında az gelişmiş bir ülke olarak kalmasıydı” diyen Kanbolat, “Türkiye’nin artık Batı karşısında etkisiz olmadığını, yükselen bir güç olduğunu ve bu durumun Batı’yı Türkiye ile eşit bir ilişki kurmaya zorladığını” şöyle anlattı:
“Son 20 yıl içerisinde bu kendisine biçilen rolü parçalayıp yukarıya çıkan Brezilya, Çin gibi Türkiye’nin de artık büyük mesafe kaydettiğini görüyoruz. ‘Az Gelişmiş Ülke’ konumundan ‘Gelişmiş Ülke’ konumuna çıktığını görüyoruz. Bu sebeple Avrupa ile ilişkilerde artık eşitler arası bir ilişki modeline doğru gidilmesi gerekiyor. Elbette çatışma kültürünü tasvip etmiyorum fakat eşitler modeline doğru iki tarafın da bunu kabul ederek masaya oturması ve kendini ona göre konumlandırması lazım. Türkiye Cumhuriyeti ne Moldova, ne Bulgaristan ne Romanya ne de Baltık Ülkeleri’dir. Şu anda AB’deki çoğu ülkeden daha gelişmiş bir ekonomiye sahiptir. Bu sebeple bu yeni dönemde sadece siyasi alanda değil, Gümrük Birliği’nin de tekrar gözden geçirileceği bir noktaya doğru gidileceğini düşünüyorum.”
İSMAİL HAKKI PEKİN: ATATÜRK POLİTİKALARI VE SADABAT PAKTI ÇİZGİSİ’
Emekli Genelkurmaş Daire Başkanı ve Korgeneral İsmail Hakkı Pekin'e göre Türkiye 'Batı'yla yaşadığı sorunlar ve Rusya'nın etkisiyle dış politikada farklı bir yöne eğilmeye mecbur kaldı. Davutoğlu politikalarının Türkiye’ye yönelik eski tehditleri büyütüp yenilerini eklediğini söyleyen Pekin, şu an Türkiye'nin Rusya-İran'la birlikte ve bölgesel işbirlikleri yapma çizgisine geldiğini belirtirken durumu Atatürk'ün 1930’larda uyguladığı ve 1937'de Sadabad Paktı’nın oluşturulduğu çizgiyle kıyasladı. Pekin Türkiye'nin Suriye'nin kuzeyindeki Kürtlerle, Barzaniyle veyahut Irak'taki diğer Kürt gruplarıyla mutlaka bir takım müttefiklikler-ittifaklar araması gerektiğini belirtti.
'SIFIR SORUN BÜTÜN ÜLKELERLE SORUN HALİNE GELDİ'
Pekin, Türkiye'nin Ahmet Davutoğlu döneminde belirgin hale gelen dış politikasının bölgede kabul görmediği ve daha çok tehdit ürettiği görüşünde. Türkiye'nin şimdi 1930'lardaki dış politika çizgisine 'itildiğini' belirten Pekin, şu değerlendirmeyi yaptı:
''Davutoğlu'nun 'stratejik derinlik' diyerek bir zamanlar Osmanlı kültürü ve toprağı olan yerlerde bir nüfuz politikası uygulamak gibi bir niyeti vardı fakat böyle bir etkinin olmadığı görüldü. 'Abilik' yapmanın Ortadoğu ülkeri tarafından kabul görmediği anlaşıldı. Bu politika yüzünden Türkiye çok büyük tepkilerle karşılaştı. Kendisinin deyimiyle 'Nüfuz bölgeleri' diye tanımlanan bölgelerde yeni tehditler ortaya çıkardık ve eski tehditleri de büyüttük. Sonuçta bölgede bunlardan örnek olarak söyleyebileceğimiz çevremizdeki ulus devletlerin parçalanması, Irak'ın anayasal olarak Suriye'nin fiilen parçalanması,Kürt devleti kurulması tehlikesi Barzani'nin bağımsızlık referandumu ortaya çıktı.”
‘TEHDİTLERİN BÜYÜK BÖLÜMÜNÜN BATI’DAN GELMESİ…’
“Mesela İran, Irak ve Suriye'yle işbirliği Atatürk'ün 1930larda ortaya koyduğu fikriyata ve 1937'de imzalan Sadabat paktına yani komşularla işbirliği fikrine yakın olması bakımından anlamlıdır. Davutoğlu'nun politikasında 'sıfır sorun' dendi ama Batı'yla birlikte öyle bir politika izlendi ki 'sıfır sorun' bütün ülkelerle sorun haline geldi. Bölge ülkeleriyle işbirliği, bir barış kuşağı yaratma çok önemli. Bunun için de Türkiye'nin çevre ülkelerini 'Batı'yla beraber mezhepsel, ideolojik, etniksel açıdan parçalama, bölme adına ciddi bir biçimde Müslüman Kardeşler gibi kimi grupların desteklenmesinin tutmadığı görüldü.''
'BATI'YLA İLİŞKİ DEVAM ETSE BİLE TÜRKİYE RUSYA VE İRAN EKSENİNE DAYANACAK’
Pekin’e göre bu eksen geçici değil ve uzun vadeli bir işbirliğine evrilecek: ''Mecburiyetler iktidarı bazı şeyleri terketmeye zorluyor. Zihinlerde, arka taraflarda hala Sünni bölgesi oluşturmaya yönelik kodlar olabilir ama bunlar mecburiyetten terkedildi. Çünkü siz Barzani yönetiminin referandumuna karşı bir şey yapmak isterseniz Irak'la ve İran'la işbirliği yapmak zorundasınız. Çünkü Batı bu referandumun arkasında. 'Batı'yla işbirliği yaparak buna karşı bir şey yapamazsınız. Tabii ki Türkiye 'Batı'yla ilişkilerini tamamen koparmıyor zaten koparması da uygun değil. Fakat mecburiyetler Türkiye'yi İran ve Rusya'yla işbirliğine, bölgesel işbirliklere itiyor. Bu çok önemli bir nokta ve Türkiye NATO'ya güvenip Rusya'ya ve bölge ülkelerine kafa tutmanın yanlış olduğunu, kendi gücüne güvenmenin önemli olduğunu ve bu gücün yetmediği yerlerde bölgesel ittifaklar yaparak bir dış politika yapmanın uygun olduğunu gördü. Türkiye bunu yapmadığında kendine yönelik tehditlerin arttığını anladı.”
‘SEVR GENETİK KORKU VE TEHDİT ALGISI…İRAN’LA GÖRÜŞÜLÜYOR SURİYE İLE DE BAŞLAYACAK’
Pekin bütün dünyanın “Türkiye-İran-Rusya ekseninin meydana geldiğini gördüğünü söylerken, “Acaba bu eksen geçici midir? Yani kısa vadeli hedeflerle (IKBY Referandumu, İŞİD) sınırlı mıdır? Yoksa bu işte daha sonrada devam eder ve gerçekten böyle bir eksen meydana gelir mi? Batı Asya'da Rusya'nın destekleyeceği bir işbirliği bir ittifak ortaya çıkar mı?” sorularının sorulduğunu belirtip şu değerlendirmelerde bulundu:
“Bence Türkiye bu yöne doğru gidiyor. Sonuç olarak 'Batı'yla ilişkilerini devam ettirse bile Türkiye büyük ölçüde bu Rusya-İran eksenine dayanacak. Şu anda geçici olarak mecburiyetlerden meydana gelmiş bir eksen olsa da bu durumun uzun vadeli bir işbirliğine evrileceğini düşünüyorum.''
Peki bu gelişmelerde Rusya Federasyonu politikalarının rolü ne?
'RUSYA TÜRKİYE'Yİ YANINA ALIP NATO'YU SARSMAYA ÇALIŞTI VE MUVAFFAK OLDU'
"Rusya bu değişimi sağlayan etkenlerden biri olmuştur. Çünkü Rusya'nın Suriye krizine 30 Eylül 2015'le beraber müdahale etmesi sahada olma imkanı tanıdı. Rusya bir anda Suriye'deki savaşın gidişini değiştirdi. Tam bir dönüm noktası oldu. Beşar Esad'ın gücünü ve mukavemetini arttırdı. O mukavemet artınca o mukavemeti kırmak için ister istemez Batı tarafıda özellikle PYD'yi YPG'yi kullanmaya başladı. Bu kullanım ilişkisi bir anlamda Türkiye'yi hemen güneyinde yeni bir Kürt oluşumuyla karşı karşıya bıraktı ve bu durum onu ne yapacağını bilmez hale getirdi. Türkiye'de buna karşı bölgede bu konuda politikalarına uygun olan Rusya'yla birlikte olmaya çalıştı. Tam o günlerdeki olaylara baktığımızda özellikle Rus uçağının düşürülmesinden sonra daha da büyük bir tehlikeyle karşı karşıya kalındı. Türkiye 'Batı'yla müttefik ama 'Batı' ona yönelik bir tehdit üretiyor. Kürt oluşumu karşısında Türkiye'nin yanında değil. Bu arada uçak düşürülmüş ve NATO'ya güvenerek Rusya'ya rest çekilmiş. Ama Rusya Türkiye'nin dayanabileceği bir ülke ve Rusya'da bunu çok iyi kullandı. Türkiye'nin özür dilemesi ve görüşmelerin başlamasıyla beraber Türkiye'yi yanına çekti. Rusya'nın şöyle bir amacı (Doğu akdenize yerleşmesi, sıcak denizlere çıkmak istemesi dışında) da vardı: Ukrayna'daki Gürcistan'daki gibi devamlı Rusya'yı doğuya doğru iten ve diğer kenar kuşak ülkeleriyle beraber kendisini kuşatmaya çalışan ABD'nin bu stratejisine bozmak karşı NATO'yu zayıflatmak. Bu konuda muvaffakta oldu diyebilirim. Hem Kırım'da hem Gürcistan'da olduğu gibi burda da NATO'nun güney-kenar kuşaktaki en önemli ülkelerinden Türkiye'yi yanına almak suretiyle NATO'yu sarsmaya çalıştı ve yine bunda da muvaffak oldu.”
‘BATI’NIN KARŞISINA NASIL SOVYETLER’İN DESTEĞİYLE ÇIKTIYSA…’
Pekin’e göre “Türkiye de bu etkiyi gördü ve İstiklal Savaşı sırasında olduğu gibi Batı'nın karşısına nasıl Sovyetlerin desteğiyle çıktıysa şimdide Rusya'yla ve bölge ülkeleriyle birlikte kendine yönelik tehdidi önleyecek tedbirler aldı”. Pekin, “Real politik Türkiye'yi gerçekten Rusya'yla işbirliğine itti” derken, bunda “Batı'nın Türkiye'nin arkasında durmaması Türkiye'nin tehdit olarak algıladığı konularda güvence vermemesinin yadsınamaz bir etki olduğunu” da dile getirdi.
MUTLAKA KÜRT GRUPLARLA İTTİFAKLAR ARANMALI, ORAYI VURALIM EDELİM OLMAMALI''
Türkiye'nin iç politika kaygılarıyla dış politika kaygılarını ayırması gerektiğine dikkat çeken Pekin, bölgede düşmanlıklar kazanmak yerine Kürtlerin de dahil olduğu yerel işbirlikleri aranmasını salık verdi. Bu noktada Rusya’nın Kürt kartını tamamen ABD’ye bırakmama politikasına atıf yapan Pekin, şu ifadeleri kullandı:
“Mutlaka Suriye'nin kuzeyindeki Kürtlerle, Barzani’yle veyahut Irak'taki Kürtlerle bir takım müttefiklikler-ittifaklar araması gerekiyor. Barzani kendi bölgesinde bir bütün ve blok şeklinde desteğe sahip değil. Kuzey Irak’taki Kürtler bir blok değil. Afrin'deki Kürtler bir bütün değil. Bunlar içerisinde Türkiye'ye çok yakın unsurlar var ve Türkiye bunlarla mutlaka işbirliği yapmalı ve kendine yönelik tehditlerle biraz da böyle baş etmeye çalışmalı. Bunu İran yapıyor, Rusya yapıyor. O zaman bizim yapmamız gereken 'orayı vuralım edelim' olmamalı.”
‘GORAN HAREKETİ VAR KYB VAR’