RS FM'de yayınlanan Elif Ilgaz'ın hazırlayıp sunduğu 'Aklıma Takılan' programına konuk olan Necmiye Alpay, Türkiye'de kadın olmak, basın özgürlüğü, cezaevleri, hukuk ve barış üzerine değerlendirmelerde bulundu.
Tek cümleyle, kadının bağımsız bir birey olarak kabul edilmemesi. Tekil bir insan olarak görülmemesi. Her zaman bağımlı, hatta birinin malı olarak görülmesi, bir insan olarak görülmemesi. Çünkü insan dediğiniz özerk bir varlıktır, kendine ait gücü olan, kendine ait bir yapısı, huyları, duruşu, hayatı, kararları olan bir varlıktır. Kadın bizim toplumuzda, öyle bir insan gibi görülmüyor.
Size bir anımı anlatmak isterim; 2005 yılında uluslararası PEN yazarlar toplantısı Diyarbakır'da yapılmıştı. O sırada ben Radikal gazetesinde yazarlık yapıyordum. Bir şekilde devletin hoşuna gitmeyen bir şey yaptım herhalde, gelip beni sabahın beşinde otelden aldılar. ‘Sizi Ankara'dan arıyorlarmış, yakalama emriniz var' şeklinde, durumu açıkladılar. Tam bir şok tabii. Ne bir gizli çalışmam var, ne başka bir gizli saklı durumum. Her şeyi ortada bir insanım, her şeyim devletin gözü önünde ve bilgisinde olup bitiyor. Diyarbakır'ın o ünlü emniyetine götürüldüm. Oradaki görevli soruyor bana ‘Eşiniz ne iş yapıyor?'. İlk soru buydu, düşünün bana ‘Siz ne iş yapıyorsunuz?' diye sormuyor da, ‘Eşiniz ne yapıyor?' diye soruyor. ‘Eşim yok' dedim ‘ayrıldım'. Ondan sonra bir durdu. 60 yaşlarındaydım o zaman. Yalnız olabileceğim aklından geçmedi herhalde komiserin ‘Babanız ne iş yapıyor?' dedi. 60 yaşında bir kadın da olsanız ille size bir sahip bulacaklar. Yani bir kadın bağımsız bir kişilik olarak var olamıyor, Üstelik benim gazeteci ya da yazar olabileceğimi bildikleri halde. Dünyadan, Avrupa PEN'I var, Türkiye PEN'i var, bir de Kürt PEN'i. Oradaki Kürt meselesi dikkatlerini çekti onların herhalde. Ama o gün emniyette bana bir türlü sahip bulamadılar ve ben sahipsiz olarak karşılarında öylece oturdum.
Yani Türkiye'deki kadın kavramı tam böyle bir şey; sahip olunması gereken kişi. Kadın ayrı bir varlık olarak görülmeye başlandığı gün ancak adım atılabilir.
Savcının ilk cümlesi çok ilginçti, dedi ki ‘Biz…' biz diyor bakın. ‘Biz Özgür Gündem gazetesinin PKK'nın yayın organı olduğuna karar verdik' ilk cümle bu. Gazete bir örgüt gibi görünmeye başlanmış. Tabii o zaman sizi de örgüt üyesi gibi görüyorlar. Gerçekten bilmiyorlar mı, kim örgüt üyesi kim değil. Eğer öyleyse, Türkiye istihbaratı beş para etmez çünkü bilmeleri lazım burada kim örgütlüdür, kim neyi savunuyor. Yani… Yine de beni tutuklayacaklarını düşünmedim. Davaya dahil edeceklerini tahmin ettim. Sonra bana Özgür Gündem gazetesi hakkındaki düşündüklerimi sordular, ben de her zaman Kürt meselesinde barıştan yana olduğumu, çözüm sürecinin basın özgürlüğüne, ifade özgürlüğüne ihtiyacı olduğu gibi savunduğum fikirlerimi söyledim. Yine tutuklanmayı beklemiyordum ama bu kez ‘Davaya beni dahil etmişlerdir' dedim. Hakim de benzer birkaç soru sordu. Sonra baktım ‘Tutuklanmasına karar verildi'. Hakikaten çok şaşırdım. Hiç beklemiyordum. Cezaevi yolunda evde yarım kalan işlerimi, haber vermem gerekenleri düşündüm. Sonra da kalacağım süre boyunca okuyacağım kitapları.
Bakırköy Cezaevi'nde koğuş sistemi vardı. Bizim koğuş 22 yataklıydı. Koğuşların içerisinde ikili odalar var, hücre büyüklüğünde ancak iki yatağın sığabildiği.
DEMİR KAPILAR VE RİNG ARAÇLARI
Cezaevi denince benim için iki korkunç şey var. Bütün hapishanelerde de ortak olan. Birincisi demir kapılar. Demir kapılar çok korkutucu çünkü bir felaket olsa, bir yangın, bir sel olsa kimse sizi kurtarmak için uğraşmaz yani insanlar kendi canlarının derdine düşer, sizin kapınızı açmakla uğraşmaz. İkincisi de ring arabası. Hastaneye giderken kullanılanlar. Onlar da demirden yapılmış ve kilitli kapılar. Erzincan'da o arabalar altı kişinin ölümüne yol açmıştı birkaç yıl önce. Ring araçlarıyla yollanıyorsunuz hastanelere. Saatlerce orada bekliyorsunuz. Doktorunuz gelmeyebilir, tahlillerinizin sonucu vermeyebilir hatta randevu saatine bile yetişemeyebilirsiniz. Böyle sorunlarla çoğunlukla da boşa gidiyorsunuz. Aslı (Erdoğan) dört kere o ring araçlarıyla hastaneye gitti ve dört kere de doktoru göremeden döndü. En iyi niyetler bile bu sorunu çözmeye yetmiyor. Demek ki niyetler yeterli gelmiyor. Bu iki koşul Türkiye'nin ‘en iyi cezaevi' diye söylenen Bakırköy için de geçerli.
Karşılaştırılamaz. Mamak'ta 24 saat işkence altında geçiyordu zaman. Bunu bir politika olarak uyguluyorlardı. Çünkü amaçları yıldırmak, sizi ezip de çıkarmak oradan. Kelimenin bütün anlamlarıyla ezilerek çıkmanız hedefleniyordu. Her türlü işkence vardı. Her tarafınız sürekli olarak morarır. Çünkü iyileşmesine izin vermeden, size yeniden coplarla dayak atılırdı. Falakaya yatırılırdık. Günde 15 dakika havalandırma hakkınız var, havalandırmaya çıkmaya korkuyorsun çünkü orada dayak yiyorsunuz vesaire. Ve disiplin suçu işlediniz diye sizi tabutluk hapsi adı verilen cezayı uyguluyorlar. Tabut boyutlarında, dik konulmuş tabut düşünün, iki kişi koyuyorlar ama ikiniz birden oturamıyorsunuz. Hani sırayla, biriniz oturuyor, öteki ayakta. 15 gün orada geçiyor. Tuvalet için de çıkarılmıyorsunuz. Size sadece hastanelerde verilen sürgülerden veriyorlar, tuvalet ihtiyacınız için. Sabun yok. O pis kokular içerisinde, 15 gün geçiriyorsunuz.
Mamak böyle bir yer. Tahayyül edilmesi zor. Dolayısıyla karşılaştırılamaz. Tabii şimdi Avrupa kriterleri falan böyle bir işkence yapılmıyor. Fakat son dönemlerde yine Türkiye'den de sağdan soldan işkence haberleri geliyor. Umarım yalandır o haberler. Buna Silivri de dahil. En son Urfa'da işkence yapıldığına dair haberler geldi. Ben inanmak istemiyorum ama 12 Eylül'de de inanmak istemeyen insanlar çoktu.
Hukuk açısı ilginç çünkü 12 Eylül'ün mahkemeleri daha profesyonel davranmaya çalışıyorlardı. Profesyonel derken tabii ki bize sempati beslendiği söylenemez ama hiç değilse yasaları uygulamaya çalışıyorlardı. Şu anda benim yargılandığım dava dahil olmak üzere, iddianameler gayri ciddiliğiyle insanı şaşırtıyor. Mesela Aslı'yla benim hakkımda ağırlaştırılmış müebbet istediler. Müebbet de kesmiyor onları, ağırlaştırılmış müebbet. Dikkat ederseniz hep böyle ağırlaştırılmış geçiyor müebbet talepleri. Ve Nazlı Ilıcak ve Altan kardeşlere verdiler de. Bunlar 12 Eylül'de olan şeyler değil. İşkence konusunda 12 Eylül dünyanın birkaç cehenneminden birisidir. Ama öte tarafta askeri hakimler mesleklerini iyi öğrenmişler ve sizin gerçekten ne ile suçlanabileceğinizi ciddiyetle araştırıyorlardı. Daha titizler hiç değilse. Gerçekten 1-2 bir şey yazmaya çizmeye, karar vermeye gayret ediyorlardı. Şu an hukukun çok dışındayız ve yasalarımız da zaten berbat. Avrupa ile uyumlu değil. Zaten bu anlamda Avrupa'dan giderek uzaklaşıyoruz.
Siz de 'Adalet Yürüyüşü'ne katılanlardansınız. Bu taleple mi katıldınız?
Tabii bu taleple. Çünkü tek başına adalet kavramı şu an Türkiye'nin kalbini oluşturuyor. Her tür toplumu ayakta tutacak kavram adalettir. İster sosyalist, ister kapitalist, ister feodal toplum olun, her ne olursanız eğer hukuk üstün değilse, özerk değilse, siyasi iktidardan bağımsız değilse, vatandaşlar neye güvenecek? Vatandaşların tümünün aynı siyasi partiye güvenmesi mümkün değil. Çünkü farklı şeyler düşünüyoruz ona göre de farklı siyasi gruplar da yer alıyoruz. Böyle de olması gerek, güzel olanı bu. Ama hukukun tek bir siyasi yapıya göre olmaması lazım. Herkesin ortak rızasıyla oluşturulması gerekir. Bu açıdan da en üstte, en üstün değer hukuktur.
2010 yılında 'Yetmez Ama Evet' oyu verenlere öfkeli misiniz?
Bence biraz fazla ağırlık tanıyorlar onlara. Onlara yönelik saldırı düzeyinde bir tavır var. Yani sanki bugünkü faşizan gidişin başlıca sebebi onlarmış gibi bir zihniyet de var. Ona katılmıyorum. Son derece yanlış bir tavır olduğunu düşünüyorum. Onların Yetmez Ama Evet (YAE) kararını da çok yanlış buluyorum. Ve neye benzetiyorum biliyor musunuz? 46'da çok partili döneme geçildiğinde tıpkı YAE'çiler gibi başta o zamanın ünlü sosyalistlerden Mehmet Ali Aybar ve onun gibiler Demokrat Parti (DP)'ye destek veriyorlar. Çünkü DP özgürlük vaad ediyor. Çünkü kendilerinin de özgürlüğe ihtiyacı var. Tıpkı AKP gibi… O zaman da solun bir kısmı aynı hatayı işliyor. Çünkü şöyle bir ilke var, deniyor ki; iktidarın yaptığı iyi şeyleri desteklemek, kötü şeyleri protesto etmek lazım. Böyle bir politika. YAE'çiler de böyle düşünüyor. Tarih tekerrür ediyor. DP iktidara geldi iki yıl geçmedi ünlü Komünist Tevkifatı adı altında Aziz Nesinler kim varsa cezaeivine dolduruldu. İki yıl içinde bir daha. İki büyük tevkifatla bütün aydınlar geçti o cezaevilerinden. Ve şimdi tarih YAE ile tekerrür etmekle meşgul. Desteklediler ve yanlış yaptılar.
Yeniden başlamak kaderimizde var. Ama Kürtlerle 30 seneyi geçti ve gitgide büyüyen bir yangın bu, ben ona yangın diyorum. Ve bu yangını söndürmek için hepimizin oraya yaklaşması lazım. Kürtler için bu, Türklere yaklaşmaktır. Türkler için ise, Kürtlere. Benim şahsen Özgür Gündem de danışmanlık veya Nöbetçi Yayın Yönetmenliği sıfatlarını kabul etmemin nedeni de budur; yangına yaklaşmak ve bir kova su dökmektir. Büyük bir şey değil. Barış Akademisyenleri bu anlamda Türkiye'nin yüz akıdır. Ben Barış Vakfı üyesiyim. Barış Vakfı da öyle diyor; Türkiye'nin Kürt barışını sağlamak ve sağlam bir barış kurmaktan başka çaresi yok. Aksi halde toplum kendi kendisini yiyor, bitiriyor, kemiriyor, yakıyor, çürütüyor. Sınırlarımızı aştı artık bu mesele. Dolayısıyla barış zorunlu ama bunu başaracak çapta bir siyasetçi, siyasetçi grubu henüz ortada gözükmüyor. O dönem iki buçuk yıl boyunca çözüm süreci büyük umutlar yarattı ama sonuçta başka ülkelerde de örnekleri var ne yazık ki başarısızlıkla sonuçlandı. İki tarafta büyük hatalar işlediler. Taraf deyince de siyasi iktidar kızıyor yani ‘İki devlet mi var?' falan diyor. Bu gidişle iki devlet olmasına, bu siyasi iktidarın hataları sebep olacak.