'KÜÇÜK BİR ŞEY ANLATACAĞIM'
Gülmen'in açıklamaları şöyle:
Eyleminiz bir yılı doldurdu. Bu bir yıl hakkında neler düşünüyorsunuz? Bu süreçte yaşadığınız zorluklar neler?
Direnişle geçen bir yıl. 260 günü aşan açlık grevimiz. 6 ayı aşan tutukluluk. Hapishane ve hastaneler. Bu bir yıl hakkında sayfalar, kitaplar dolusu konuşabilirim. Ama ben küçük bir şey anlatacağım. Geçen yıl doğum günüm direnişimin 16. gününe denk gelmişti. Pek çoğunluğuyla yeni tanıştığım arkadaşlarımla gözaltı sonrası yemek yiyorduk. Bu vesileyle doğum günüm olduğu öğrenilmişti yemekte. Hemen küçük bir organizasyon yapmışlar. Yemekten sonra pasta geldi. Küçük bir kutlama yaptık. Çok anlamlıydı benim için. Mumları Semih’le birlikte üflemiştik, direnişçiler olarak. Aradan tam bir yıl geçti. Açlığımız 260 günü geride bıraktı. Ben hâlâ tutsağım. Bir hastane hücresindeyim. Bu yılki hediyem Yüksel’de örgütlendi ve hayata geçirildi. Yüksel direnişçileri 'doğum günüm şerefine' barikatları yıktılar. Anıtın önünde ilk kez Semih’le birlikte kazandığımız o alanda, yüzümüzde kocaman gülümsemelerle oturma eylemi yaptığımız anıtın önünde, oturma eylemi yaptılar. Yüksel’e karakol kurmuşlar, neyime! Yüksel direnişçileri polisin gözünün önünde barikatları yerle bir etmişler, işte doğum günü hediyem bu. Sadece benim hediyem değil aslında bakarsanız. Direnişin kurduğu barikatın bu tarafında olan, küçük büyük barikatı güçlendiren adımlar atan herkese, direnişe inanan herkese verilmiş bir hediye. Yüksel’in ruhu bu: İrade, cüret, vefa, bağlılık, yoldaşlık, kolektivizim… Bana öyle hediye veriyorlar ki, binlerce insanla paylaşıyorum hediyemi, doğallığında. Çok güzel bir şey bu.
Dava dosyanızda tutuklu yargılanmanıza yeterli iddia olduğu düşünüyor musunuz?
Son olarak Ali İsmail Korkmaz için yaptığınız basın açıklamasından da hakkınızda dava açıldı. Yargılanma süreci hakkında ne düşünüyorsunuz? Dava dosyamız bir çöp. Ama bizimki gibi siyasi davalarda yeterli kanıt, iddia vs… Bunlar belirleyici olmaz. Siyasi kararlarla, talimatla yürür işler. Bence artık böyle sorular çok naif kalıyor. Bir tweet atıyorsunuz ve tutuklanıyorsunuz. Böyle bir ülkede yaşıyoruz. Daha yeni deneyimledik. Oğuz Güven ömrü 52 saniye olan bir tweet’ten dolayı örgüt propagandası yaptığı gerekçesiyle ceza aldı. Bizim dosyada —henüz ben ve Acun (Karadağ) savunma yapmamışken- savcı mütalaa verdi. Üçümüz aynı eylemin parçasıyız. Yani aynı şeyleri yapmışız, dövizlerimiz, pankartlarımız vs… Her şey aynı. Ama üçümüze farklı cezalar verilmesini istiyor savcı. Acun’a beraat istiyor. Biz açlık grevi yaptığımız için örgüt talimatıyla hareket ediyormuşuz. Ben daha da çok örgüt talimatıyla hareket ettiğim için üyelikle cezalandırılmam isteniyor. Semih’in ise bir çeşit yardım-yataklıkla cezalandırılması isteniyor. Hakkımızda delil yaratmak için öyle uğraştılar ki, 3. duruşmada hakkımda ifade veren bir tanık getirdiler. Ben duruşmada yoktum. Avukatlarımız tanığın beyanlarına güvenilmeyeceğini o duruşmada kanıtladılar. Tanığın ifadeleri çöktü. 4. duruşmada başka bir tanık getirdiler. Savcı bu tanığı, benim avukatlarımın tanık hakkındaki beyanlarını dinleme, duruşmada tanığın ifadelerinin çürütülme ihtimalini göz önünde bulundurma zahmetine hiç girmeden, cebinden çıkardığı mütalaayı okudu. Bizim söylediklerimizin, söyleyeceklerimizin bir önemi yok. Kararı duruşmaya gelmeden vermiş, mütalaasını yazmış gelmiş. Sen kendini anlat dur. Mütalaa cepte! Daha savunma yapmadım ben, bu neyin mütalaası. Usul kuralları filan savcının umurunda değil. Yargılamayı bir an önce bitirmek istiyor. Cezalar verilsin, bu iş bitsin!
Ali İsmail için yaptığım bir basın açıklamasından dava açılmadı aslında. İçinde Ali İsmail için yapılan Adalet Nöbeti, Adalet Yürüyüşü, Ali İsmail davasını takip etmek gibi pek çok eylemin olduğu Gezi sürecinde katıldığım eylemlerden oluşmuş bir dosya. Berkin Elvan eylemi, ODTÜ’den yol geçirilmesinin protesto edilmesi gibi çok çeşitli eylemler var. İktidarın açlık grevini, direnişi bitirmek için yaptığı saldırıların bir parçası. Yoksa bundan 4 yıl önce yapılmış bir eylemle ilgili bugün dava açılmasının anlamı ne olabilir?
'SAVUNMAM ENGELLENDİ'
Savunmanızı yapmak üzere mahkemeye götürülmediniz. Hakim karşısına çıkma imkânınız olsaydı nasıl bir savunma yapacaktınız?
Yargılayan, aktif bir savunma hazırlamıştım ilk duruşmadan önce. Neden tutuklandık, neden ihraç edildik, neden direniyoruz, neden açlık grevindeyiz. Bu iktidarın eğitim politikaları, emperyalizmin dünyada yarattığı yıkım gibi konuları ele aldığım kapsamlı bir savunmaydı. Kayboldu ben oradan oraya götürülünce. Şu an elimde değil.
'AİHM'İN MÜDAHALESİ OLMASA…'
Geçen süreçte hastane koşulları ve sağlık durumunuz nasıl? Sağlık Bakanı Ahmet Demircan, bilincinizi yitirmeniz durumunda zorla müdahale edilebileceğini söyledi. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Şu anda Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin mahkûm koğuşu diye tabir edilen bölümünde tutuluyorum. Buradan önce 13 gün, 3. derece yoğun bakım hastalarının tutulduğu yoğun bakım ünitesinde refakatçisiz tutuldum. AİHM’nin müdahalesi olmasa burada da refakatçisiz tutulacaktım. Açlık grevinin 220. günlerinde hayati tehlikesi olduğu gerekçesiyle hastaneye getirdikleri birinin refakatçiye ihtiyaç duymayacağını iddia edecek kadar benim iyiliğimi düşünen bir iradeyle karşı karşıyayız.
Mahkûm koğuşundaki hücreler 3’er kişilik. Ben kardeşimle kalıyorum hücrede. Burası binanın bodrum katında. Hücrelerde taze ve temiz havaya ulaşmanız mümkün değil. Sandalyeye çıkılıp iki cm aralanan, 2 parmaklıkla donatılmış pencereden gelen hava, hücreyi havalandırmak için elbette yetersiz. Son derece gürültülü çalışan havayı açtırabilirsiniz. Eğer çalışıyorsa! Bizim hücrede o çalışmıyor. Yani hücreyi bırakın taze ve temiz havayla, havalandırma yoluyla bile havalandıramıyoruz. Tepemizde gece gündüz ışık yanıyor. Işıkların kontrolü dışarıdan yapılıyor. Dolayısıyla gece de ışık altında uyumaya zorlanıyoruz. Bu yüzden gece uykum çok kötü. Dinlenemiyorum. Bu yüzden de hızla kilo kaybediyorum. Buradaki hücrelerin sadece ikisi gün ışığı görüyor. Ben bir ay boyunca gün ışığı görmeyen bir hücrede tutuldum. Sonra doğal ışık gören hücrelerden biri boşaldı ve oraya geçirildim. İki demir parmaklık arasından sadece gece ve gündüzü ayırt edebileceğiniz derecede gün ışığıyla muhatap olabildiğiniz bir hücreden bahsediyorum. Gün ışığı görüyor deyince aklınıza içeriyi güneşle dolduran pencereler gelmesin.
'GİZLİLİK KOŞULLARI SAĞLANMIYOR'
Avukatlarımızla bir koridorda, yanımızdan sürekli gardiyan ve sağlıkçılar geçerken sınırlı sürede görüşebiliyorum. Ben sedyeyle çıkıyorum avukat görüşüne. Not alamıyorum. Gizlilik koşulları sağlanmıyor. Koridorun başındaki kameradan izlenebiliyoruz. Yani avukat hakkımı sınırlı ve uygunsuz koşullarda kullanabiliyorum.
'AİLE GÖRÜŞÜ KÖTÜ KOŞULLARDA YAPILIYOR'
Aile görüşü ise daha kötü koşullarda yapılıyor. Koridora da alınmıyor. Demir parmaklıklı bir kapının ardından 15-20 dakika görüşebiliyoruz. Ben yine sedyede oturuyorum. Sedye kapıya yanaşmıyor. Sadece bir kişiyle görüşebiliyorum. Annemle ya da babamla. Görüş yapmak isteyen bir kişi avukat ya da aile ferdi önce savcıya gidip izin alıyor. Sonra hastaneye gelip başhekimden onay alıyor. Bu prosedür her görüşte tekrar tekrar uygulanmak zorunda. Görüşe gelen kişi gününü bana ayırmak zorunda kalıyor. Kıyafetlerimi yıkatmak için hapishaneye göndermem, oradan ailemin teslim alması gerekiyor. Yıkayıp tekrar hapishaneye ve oradan da buraya gönderiyorlar. Gazetelerim günlük olarak gelmiyor. İki üç günde bir birikmiş gazeteleri okumak zorunda kalıyorum. Daha çok şey sayabilirim ama bu kadarı yeterli olsun.
Sağlığım: 260 günü aşan açlığa bağlı sıkıntılarım oluyor elbette. Hızlı kilo kaybı, dinlenememe, gece uyuyamama. Çoğu koşullara bağlı sıkıntılar aslında. Tahliye olduğumda daha iyi olacağımı düşünüyorum. Ama her durumda esas direniş. Biz direnişe sarılınca sağlık sorunlarımız da tali kalıyor.
'ZORLA MÜDAHALE CİNAYETTİR'
Zorla müdahale cinayettir. Buradaki doktorlar açık açık söylüyor, ‘Bilinciniz kapandığında size müdahalede bulunacağız’ diyorlar. Her gün bir doktor heyeti, müdahale etmeleri gereken koşuların oluşup oluşmadığını anlamak için beni ziyaret ediyorlar. Müdahale, muayene ya da tetkik yaptırmak isteyip istemediğimizi soruyorlar. İlk günlerde yaptıklarının ne anlama geldiğini onlara anlattım.
'DOKTORLAR ISRARLA HASTA-HEKİM İLİŞKİMİZ VARMIŞ GİBİ DAVRANIYOR'
Sağlık Bakanlığı onların müdahale etme sözüne güvenerek böyle konuşabiliyor. Devlet bu söze güvenerek bizi 'işe iade etme' dışında bir alternatifi düşünebiliyor. Oysa bu hekimler, 'biz müdahalede bulunamayız, Nuriye Hanım ile aramızda bir hasta-hekim ilişkisi yok. Kendisi bizi hekim olarak kabul etmiyor. Bu koşullarda ona hekimliğimizi dayatmak tıp etiğine aykırı olur. Biz bu görevden feragat ediyoruz' diyerek gerekeni yapsalar, devlet zorla müdahale ihtimalini gündeminden çıkarmak zorunda kalır. Ama bu hekimler ısrarla aramızda bir hasta-hekim ilişkisi kurulmuş gibi davranıyorlar. Devletin maşası oluyorlar. Benim beyanım bu konuda çok net. Bilincim kapandığında müdahale edilmesini istemiyorum. Müdahale eden doktorlar suç işlemiş olacak.
Açlık grevini hangi koşullarda bırakırsınız?
Somut bir kazanım olmadan açlık grevini bırakmam mümkün değil. 260 günlük açlık grevinin bir sonucu, bunca saldırıya direnmenin bir sonucu olmalı. Talebimiz açık ve sade: İşimizi geri istiyoruz.
‘DOSTLARI, YÜKSEL'İ, GÜNEŞİ, RÜZGÂRI ÖZLEDİM’
Dışarı çıktığınızda ilk ne yapmayı düşünüyorsunuz? Neleri özlediniz?
Dostlara sarılmak, onlarla kucaklaşmak, hasret gidermek. İnsanlarımızla, halkımızla beraber olmak tek dileğim. Bir de Yüksel’i görmek isterim. Anıtı. Yüksel’in karakol kurulmuş halini hayal edemiyorum. Anıtımızla hasret gidermek isterim. Bir de akşam işportasında Yüksel’de olmak, kitapçı tezgâhlarını dolaşmak… İnsanları, memleketim Kütahya’yı, dostlarla beraber olmayı, doğa yürüyüşü yapmayı, doğada olmayı özledim. Güneşi, havayı, açık havada olmayı, rüzgârı, rüzgârın insanın yüzünü yalayıp geçmesini, bir şehri tepeden görmeyi. Anneme, babama, Semih’e, Esra’ya açlığımızı paylaşan Mehmet Güvel’e ve Feridun Osmanağaoğlu’na kavuşmak ve onlarla kucaklaşmak, hasret gidermek.
'SOYLU'NUN ÇIKARDIĞI KİTAP ACİZİYET GÖSTERGESİ'
İçişleri Bakanlığı’nın çıkardığı kitapçık, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun 'terörist' nitelemeleri ve 'terör örgütü üyeliği' iddialarına ne yanıt verirsiniz?
Soylu’nun çıkardığı kitapçığı görme fırsatım olmadı. Ama özü itibarıyla yasadışı örgüt üyesi olduğumuzu kanıtlamaya dönük bir kitapçık olduğunu biliyorum. Bir acziyet göstergesi. Devletin 'işimi istiyorum' talepli eylemimiz karşısındaki çaresizliği de denebilir.
'ACEMİCE YALANLAR…'
Genel olarak Soylu, insanların bizi sahiplenmesini engellemeye çalışıyor. “Bakın bu insanlar sandığınız gibi masum insanlar değiller. Onları sahiplenmeyin” diyor. Bunu çeşitli yol ve yöntemlerle defalarca söyledi. Bizi sahiplenen insanları, avukatlarımızı tutuklatmak, adımızı söylemeyi yasaklamak da yöntemlere dahil. Başlangıçta 'acemice' yalanlar söylüyordu ecdad’ları gibi. “Sabah geliyorlar, akşam evlerinde gidip yiyorlar” dedi. İncelen bedenlerimiz yalanlarını teşhir edince 'terörist' demagojilerine sarıldı iyiden iyiye. En sonunda baş edemeyince kitapçık çıkardı. Türkiye tarihinde bir ilke imza attı.
Soylu’nun çırpınışları fayda etmedi, çünkü bizim halkla güçlü bir bağımız var. Aylardır insanlar orada ekmeğimiz ve onurumuz için mücadele ettiğimize şahitlik etti. —7 derecede biz imza topladık Yüksel Caddesi’nde. Her gün oradaydık. Kar, kış, fırtına var demedik. Ayaklarımız buz kesti ama yine de bildiri dağıttık, şarkılar söyledik. Binlerce insana ulaştık. Gözlerine baktık, elimizden tuttular. Gözümüzdeki ışığı gördüler. Bir de halkımız ekmeksiz bırakılmanın ne demek olduğunu bilir. Bildi de. Ekmeğine sahip çıkan bizleri bağrına bastı. Soylu istediği kadar konuşsun! Biz bu halkın evladıyız, onun gibi AKP’nin halka düşman politikalarının uygulayıcısı değiliz.
'TARİHTE EZİLENLERİN TALEBİ MASUM GÖRÜLMEDİ'
Şunu da bilmek lazım. Tarihin hiçbir döneminde ezilenlerin talepleri meşru, masum görülmemiştir. Tarihin hangi döneminde hak talep etmek masum görüldü de AKP iktidarı tarafından görülsün. Bugün herkesin temel bir hak olarak gördüğü kadınların oy verme hakkı, Amerika’da ve İngiltere’de uzun mücadeleyle kazanılmıştı. İngiltere’de bir kadın yaşamını feda etmişti, elindeki pankartla at yarışları esnasında kendisini kralın atının önüne atmıştı. Pankartta kadınlara oy hakkı talebi vardı. Muktedirler bu talebi hiç de masum görmemiş, kadınlara her türlü bedeli ödetmişlerdi.