Türkiye-ABD ilişkilerinde son olarak ‘vize kriziyle' ortaya serilen gerilimin olası sonuçları merak konusu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, arka arkaya Amerikan yönetimine sert bir retorikle hitap ederken, dış politikada Türkiye'nin Batı ile ipleri kopartacağı temel bir değişimin söz konusu olup olmadığı tartışılıyor. Ankara bir yandan Suriye'de Rusya Federasyonu ve İran ile Astana sürecinde yer alırken, diğer yandan da S-400 alımı pazarlıklarının bu süreçteki rolü üzerinde duruluyor. Tüm bu gelişmeler, ekonomik ilişkileri büyük ölçüde Batı'nın belirlediği Türkiye'de gidişatı nasıl etkileyecek?
Abant İzzet Baysal Üniversitesi'nde öğretim üyesi ve Birgün Gazetesi yazarı Fatih Yaşlı ile konuştuk.
‘EKONOMİ POLİTİK VE SINIFSAL BAKIŞTAN YOKSUN ANALİZLER'
''Türkiye'de gerek iç politikaya dair gerek dış politikaya dair yapılan analizlerde şu eksiklik yaşanıyor. Ekonomik-politik, sınıfsal bakış açısından yoksun, yani denkleme dünya kapitalist ve emperyalist sistemini eklemeden sadece bir takım görüngülere ve fenomenlere bakarak bir takım jeopolitik ve taktik stratejilere bakılarak analizler yapılıyor. Bu bakış açılarından yoksun analizlerden çıkan sonuçlarda sanki gerçek sonuçlarmış gibi ya da bu olguyu anlatan süreçlermiş gibi karşımıza konuluyor. Halbuki olaylara ekonomik politik açısından baktığımız da bambaşka bir manzarayla karşılaşıyoruz. ‘Büyük resme' bakabilmek için ilk olarak buraya Türkiye sermaye ve yönetici sınıfının Batı kapitalizmiyle ve dünya sistemiyle ilişkilerine bakmalıyız. Türkiye kapitalizminin ithalat-ihracat rakamları, yatırımlar, yatırım ortaklıkları, bankacılık sistemi ve mali sisteme baktığımızda açık bir şekilde batı kapitalizminin bir parçası olduğunu, bu sistemden kopuş olmadığını görüyoruz. İkincisi Batı kurumları olan NATO'yla, IMF'le, Dünya bankası'yla, OECD'yle olan ilişkisinde de herhangi bir değişiklik yok. İlişkiler zaman zaman geriliyor ve bozuluyor olabilir ama bu ilişkinin devam ettiği gerçeği değişmedi. Bir başka başlıkta Türkiye'deki NATO ve Amerikan üsleri. Bu noktada da herhangi bir değişikliğe rastlamış değiliz."
‘AVRASYA YÖNELİMİNDEN SÖZ ETMEK MÜMKÜN DEĞİL'
"Jeopolitik değerlendirmeler de şöyle bir yöntem izlendiğini görüyoruz: 'Türkiye S-400 alımı yapıyor, Suriye'de YPG'ye silah verilmesi üzerinden (ABD ile) bir karşı karşıya geliş yaşıyor. Aslında Türkiye dış politikasında bir eksek kaymasından söz edilebilir' deniliyor. AKP iktidarıyla Batı ve ABD arasında bir gerilimin olduğu muhakkak. Erdoğan, Batı için bir süredir öngörülemeyen bir figür haline gelmiş durumda ve bundan dolayı ilişkiler gerilimli. Ama meseleyi sadece gerilimler üzerinden okuyarak bir yere varamayız. Gerçekte olanı görebilmek için kurumsal, yapısal, sınıfsal ilişkilere bakmamız gerekir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye'de planlı, programlı, ilkeli, orta veya uzun vadeli hedefleri olan bir Avrasya yöneliminden söz etmek mümkün değil. Bugün Türkiye'yi yöneten sınıfta AKP iktidarı da hem Rusya'yla hem İran'la oldukça pragmatist ilişkiler kuruyor ve bu ilişkilerin bir süre sonra başka bir düzlemde yeniden bozulma ihtimali çok fazla. Bu ülkeler arasında şu an itibariyle anti-emperyalizm üzerinden beslenen ve dünya kapitalist sistemine başka yöntemlerle entegre olmayı hedefleyen bir iş birliğinden anlaşmadan söz etmek açıkçası mümkün değil. ''
'SİYASAL İSLAM DOĞASI GEREĞİ ANTİ-EMPERYALİST OLAMAZ'
''Siyasal İslamcıların son dönemdeki bu politikalarını anti-emperyalizm üzerinden satmaya çalışmaları ve bunun yapılırken başka kesimlere tepki gösterilmesi esasında meseleye ekonomi politik bir perspektiften bakmamaktan kaynaklanıyor. Emperyalizm denilen olguyu basitçe sömürgecilikle ve sömürgeci politikalarla karıştırarak anti-emperyalizmle anti-sömürgecilik aynı şeymiş gibi bir algı üzerinden hareket ediliyor. Oysa ki emperyalizm Marksist literatürden baktığımız zaman basitçe dışsal bir olgu değil içsel bir olgudur. Yani bu anlamda Türkiye sermaye sınıfı da Türkiye yönetici sınıfı da emperyalist bir sistemin parçasıdır. Dolayısıyla herhangi bir şekilde anti-kapitalist bir duruş olmaksızın anti-emperyalist bir duruşun da söz konusu olamayacağını söylememiz gerekir. Zaman zaman emperyalizmle bazı ülkeler çıkar çatışmaları yaşayabilir. Bunlar tarih boyunca hep gözlemlenmiştir. Ama ilkesel ve programatik bir şekilde kapitalist üretim ilişkilerine kapitalist bölüşüm ilişkilerine karşı olmadan anti-emperyalist olamazsınız. Lenin tarafından tarif edildiği şekliyle emperyalizm, kapitalizm dediğimiz şeyin en yüksek aşamasıdır. Dolayısıyla emperyalist sistemin içinde yer almaya, emperyalist mekanizmalara bağımlılığa devam ederek bu mekanizmalara dair herhangi bir itiraz getirmeksizin anti-emperyalist olamazsınız. Bunu söyledikten sonra şunu da söylemek lazım: Siyasal İslam doğası gereği anti-emperyalist olamaz çünkü Siyasal İslam'ın özsel olarak kapitalizmle bir derdi olmadığı, kapitalist üretim ve bölüşüm ilişkileriyle bir derdi olmadığı gibi aynı zamanda siyasal İslam'ın doğası gereği emperyalizmle her zaman bir varoluşsal ilişkisi olmuştur. Siyasal İslam'ın doğuşundan bugüne kadar gelen sürece bakıldığında tüm bu ilerleme safhalarında tabi ki zaman zaman emperyalist devletlerle çıkar çatışmaları yaşamış olabilirler ama siyasal İslam doğası ve fıtratı gereği söylediğimiz anlamda anti-emperyalist olamaz. Çünkü siyasal İslam'ın kapitalizme alternatif bir bölüşüm modeli kapitalizme alternatif bir iktisadi modeli yoktur. Eninde sonunda özel mülkiyeti, özel mülkiyetten kaynaklanan kapitalizmi savunur ve eğer kapitalizmi savunuyorsanız ister istemez eninde sonunda emperyalizmle bir yerden bağlantı kurmak zorundasınız. Konjonktürel olarak bir takım kısa vadeli ya da uzun vadeli çıkarlar karşı karşıya gelebilir ama bunlar da eninde sonunda yine emperyalist sistem içerisinde kalınarak çözülebilen sorunlar olur. Bugüne kadarda zaten hiçbir siyasal İslamcı devlet ya da iktidar herhangi bir şekilde kapitalist emperyalist sistemden mutlak bir kopuşu gerçekleştirememiştir.''
'SİYASAL İSLAM'IN İLKESİZLİĞE VARAN PRAGMATİZMİ'
''Çok yakın döneme kadar Sovyetler daha sonra Rusya ve İran'la ilgili çok sert açıklamalar yapılıp şimdi hükümet yanlılarının Avrasyacılığı ciddi olarak tartışmalarını siyasal İslam'ın ilkesizliğe varan pragmatizmle açıklamak lazım. Dönemsel olarak dostların ve düşmanların bu kadar hızlı bir şekilde değişebildiği başka bir ülke var mıdır, ben açıkçası bilmiyorum. Geçtiğimiz günlerde Birgün gazetesinde yazdığım yazıda anlatmıştım. Bu yazımda Türk dış politikasını üç döneme ayırmaya çalıştım ve aslında hepsinin iç siyasetle bağlantılarının olduğunu göstermek istedim. Bir dönem ‘AB'cilik yapıyorsunuz ‘Batıcılık' yapıyorsunuz, IMF'nin neoliberal programına sadakati devam ettiriyorsunuz. İçeride güya bir takım demokratikleşme hamleleri yapıyorsunuz. Bunun iç siyasete yansıması da statükocu, Batı karşıtı, anti-Amerikancı dediğiniz grupları devlet içerisinden Ergenekon ve Balyoz gibi operasyonlarla tasfiye ediyorsunuz. ABD'nin AB'nin desteğini de alıyorsunuz. Dolayısıyla içerde hükümet olmaktan iktidar olmaya giden sürecin önünü bu şekilde açıyorsunuz. İlk dönem böyle gelişmiş oldu.
‘TÜRKİYE İHVAN LİDERLİĞİ İLE TAŞERONLUK ÜSTLENDİ'
"Sonrasında 'Arap Baharı'yla birlikte bu sefer ‘yeni Osmanlıcı' siyaseti ve dış politikayı devreye sokulup İhvan rejimi kuşağının liderliği Türkiye'nin önüne bir tür taşeronluk olarak sunuluyor ve Türkiye onlara rol model olmaya girişiyor. İslam'la kapitalizmin bir arada yaşayabileceği gösterilecek. Tabi amaçlanan yapılması istenen bu politikanın bununda içeriye yansımaları da olacaktı. İçerde de şöyle denildi: ‘Biz dünya devleti olduk, cihan devleti olduk, hilafeti dirilticez, Osmanlı'nın torunlarıyız'. Dolayısıyla içerdeki milliyetçi muhafazakar sağ kitleleri bu politikalar üzerinden bir tür algı nesnesi yaratarak tahkim edip bunu oya dönüştürüyorsunuz.
‘YENİ OSMANLICILIK ÇÖKÜNCE BİRDEN RUSYACI OLUNDU'
"Bir bakıldı ki Suriye'deki planlar alt üst olmuş durumda, ABD'nin öncelikleri değişmiş, Rusya sahaya inmiş, Kürtler otonom bir yapı kurmuşlar ve en önemlisi Şam direnmiş teslim olmamış. Dolayısıyla bunlar Suriye'deki tüm planların boşa düşmesi demek. Bunlarla beraber Yeni Osmanlıcılık denilen hamlenin hiçbir temelinin olmadığı anlaşılıyor. Bir yandan ise Batı'yla aranız bozulmaya başlamış, ABD tarafından artık güvenilebilir bir müttefik değilsiniz. Öte yandan AB ile ilişkileriniz 'sakata binmiş' durumda. Dolayısıyla altınızdan bu zeminin hızla çekildiğini görüyorsunuz. Burada yapabileceğiniz tek şey ne bu kutbun karşısında yani Atlantikçi bloğun karşısında daha önce örneğin Menderes'in iktidarının sonlarında denediği Sovyetler'e yanaşmaya çalışmasının bir benzeri, adeta tarih tekerrür ediyormuşçasına birden bire ‘Rusyacı' oluyorsunuz."
‘SİYASAL İSLAMCILIĞIN ‘MOSKOF' İLE ANILAN HUSUMETİ'
"Bugün sarıldığınız Rusya; iki sene önce Suriye sınırında uçağını düşürdüğünüz ve ‘Emri ben verdim, talimatı ben verdim' diye sahiplendiğiniz, NATO'yu göreve çağırdığınız, Karadeniz'e NATO'nun filolarını gemilerini soktuğunuz. Üstelik siyasal İslam'la ‘Moskof' diye tabir edilen Rusya İLE Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemine kadar uzanan imparatorlukla, çarlık arasındaki mücadele üstünden uzanan en az 150-200 yıllık bir varoluşsal husumet var. Siyasal İslamcıların üstadı Necip Fazıl'ın Moskof diye bir kitabı var ve orada anti-komünist 'histeri' doğrudan Ruslar üzerinden anlatılır ve bununda kod adı Moskof'tur."
İKTİDAR BUGÜN 'A' DEDİĞİNE YARIN 'B' DİYEBİLİR
''Bir yandan da Türkiye İslamcılarının iktidara geldikten sonra yavaş yavaş milliyetcileşmeleri ve dolayısıyla milliyetçi söylemi en kolay nasıl ayakta tutabileceklerini hesaplamaları ile ilgili bir durum var. Yani iki sene önce anti-Rus söylem bütün gazetelerdeydi. Türkiye'de yaprak kımıldasa bunun faturası Rus gizli servisine çıkarılıyordu. Hâlbuki bugün her şeyin arkasında ABD var. Yarın ABD'yle barıştıkların da örneğin diyelim ki S-400'leri almaktan vazgeçtiklerinde —ki bunu bir ihtimal olarak söylüyorum- bu sefer Rusya tekrar düşman haline gelebilir. Bunun hiçbir şekilde garantisi kalmamış durumda. Ben bu politikaların hepsinin açıkça Makyavelist ve pragmatist bir şekilde bütünüyle ilkesellikten uzak bir ‘günü kurtarma' siyasetinin parçası olduğunu düşünüyorum. Türkiye'de iktidarın ömrünü içeride uzatacak iktidarın, onun bekasına hizmet edecek her türlü dış politika yönelimi bugün Türkiye'de iktidar tarafından uygulanabilir durumdadır. İktidar bugün 'A' dediğine yarın 'B' diyebilir, bugün 'B' dediğini de yarın 'A' diyebilir. Bugün dost olan anında düşman olabilir, düşman olan anında dost olabilir. Üstelik kimse bu değişimi şu anlamda sorgulayamaz: Türkiye'de bunu sorgulatamayacak kadar çok kötü bir muhalefet var."
‘AKP'NİN BAŞARISI MUHALEFETSİZLİK YÜZÜNDEN'
"Muhalefette başta CHP olmak üzere sürekli aynı tuzağa düşüp elbette ki devletimizin yanındayız, elbette ki hükümet haklıdır minvalinde açıklamalar yapıyor. Dolayısıyla AKP iktidarı muhalefet yokluğunda şunu fark etmiş durumda: Türkiye'nin milli çıkarları AKP'nin çıkarlarıyla aynıdır denklemini halkın en az yüzde 50sine kabul ettirdiğimiz sürece biz burada iktidarda kalabiliriz. Dış politikadaki bu yönelimleri bu AKP=Milli menfaatler tuzağına düşmeyip, bunu iktidarın günü kurtarma siyasetiyle doğrudan ilişkilendirip-okuyan bir bakış açısına ihtiyacımız var.''
'EMPERYALİST SİSTEM TÜRKİYE'YE YÖNELİK HAMLELERİNİ DERİNLEŞTİREBİLİR'
"Büyükelçi ve vize krizi meselesine anında gelinmedi. Türkiye-ABD ilişkileri uzun süredir bozuk durumdadır. 17-25 Aralık, Reza Zarrab meselesi, 15 Temmuz meselesi, Suriye meselesinde bir takım uyuşmazlıklar zaten mevcuttu ve vize yasağı bunların hepsinin toplamı olarak gündeme geldi. Bu ilk adım mı, bundan sonra başka adımlar da gelecek mi, göreceğiz. Örneğin ABD Kongresi'nde çok ciddi tepkiler olduğu iddia ediliyor. Kongre'nin başka kararlar alması da gündemde. Rusya'ya yapılana benzer bir takım ambargoların gündemde olduğu söyleniyor. Çünkü bir yandan da mesele Astana görüşmeleri sonrasında İdlib'deki operasyondur. Venezüella Devlet Başkanı Maduro'nun Türkiye'ye gelmesi, İran'la kurulan ilişkiler, Rusya'dan alınacak S-400 gibi meseleler de bu rahatsızlıkların arasındadır. ABD dış politikasını ve Türkiye'ye bakışı belirleyenler, muhtemelen bu gündelik siyasetin yansımaları olarak değerlendirdiğim davranışlardan dahi rahatsızlar ve Türkiye'nin uzun vadede belki de elden çıkabileceğine dair bir korkuları var. Bu korku elbette ki gerçek, iktidarın pragmatizminden bağımsız olarak söylüyorum. Dolayısıyla önümüzdeki günlerde ben hem Almanya'nın hem ABD'nin yani emperyalist sistemin Türkiye'ye yönelik hamlelerinin biraz daha derinleştirme ihtimali olduğunu düşünüyorum. Çünkü Türkiye sermaye sınıfına ve Türkiye kapitalizmini bence kapitalist sistemin dışarısında yönlendirebilecek bütün hamlelere karşı hamle yapılması beklenebilir bir şeydir."
‘ŞARK KURNAZLIĞI TÜRKİYE'Yİ ABD İLE RUSYA'NIN EGEMENLİK MÜCADELESİNİN SAHASINA DÖNÜŞTÜREBİLİR'
"Muhtemelen AKP de yeni hamleler yapacaktır. Ama kısa vadede örneğin birkaç gün içerisinde tutukladıkları Amerikan ajanlarını bırakabilme ihtimali biraz zayıf gözüküyor. Bunu yaparlarsa bu çok ciddi bir geri adım anlamına gelebilir ki o geri adım bir kere atıldığında bunun sonuçları başka yerlere doğru gidebilir. Almanya meselesinde de bu görüldü. Geri adım atıldığı anda Almanya'nın bir tık daha üste çıktığını ve sertleştiğini gördük. Bu açıdan bakıldığında bu ilişkilerin uzunca bir süre daha gerilimli olacağını, Türk dış politikasında herhangi bir istikrarın yakalanamayacağını söylemek mümkün. Bir yandan S-400'lerden geri adım atamayacak noktaya geldiler ama öte yandan ABD ile ilişkilerin kopması kendileri açısından ve Türkiye sermaye sınıfı açısından başka bir anlama geliyor. Bu açıdan bakıldığında ben aynı anda hem ABD'yi hem Rusya'yı idare etmeye kalkışan bu şark kurnazlığının eninde sonunda bu iki devlet arasındaki egemenlik mücadelesinin sahası haline dönüşebileceğini ve bunun da Türkiye toplumu açısından ciddi yıkıcı sonuçları olabileceğini düşünüyorum. ABD ile bu süreci idare etmeye çalışırken her iki ülkenin kendi hamlelerini bu coğrafya üzerinden yapması hepimiz açısından ciddi sonuçlar doğuracaktır. Bunun böyle olup olmayacağını önümüzdeki süreçte göreceğiz. ''