Bu konular AB’nin son Türkiye İlerleme Raporu’nda da yer almıştı. Peki bu sorunlar çözülmediği sürece Türkiye’nin, Avrupa entegrasyonu yolunda ilerlemesi mümkün mü? Mevcut koşullarda Türkiye’nin Avrupa Birliği perspektifleri ne kadar gerçekçi? Konuyla ilgili Sputnik Radyosu’na konuşan İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan şu değerlendirmelerde bulundu.
Tabi bu sorunlar mevcut iken Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılım müzakerelerini ilerletmesi pek mümkün gözükmüyor. Son dönemde sadece vize muafiyeti karşılığı bir geri kabul anlaşması yapıldı ve her iki taraf bazı taahhütler altına girdi. İnsan hakları savunucuları olarak bizler bunu maalesef bir ‘mülteci pazarlığı’ olarak değerlendirdik. Bu anlaşma mülteci hukukuna aykırı bir anlaşma. Çünkü savaştan, olağanüstü durumlardan kaçan insanların başka ülkelere sığınma hakkı vardır. Avrupa Birliği, bu insanlar kendi ülkelerine gelmesinler diye Türkiye’ye bazı tavizler vermişti. Türkiye de, bu insanları Türkiye’de tutma karşılığında Avrupa Birliği’nden vatandaşları için vize serbestisi istemişti. Bu, görüldüğü gibi siyasi bir anlaşmadır, oysa bu insan haklarına uygun bir anlaşma değil. Çünkü mülteci haklarını ihlal eden bir anlaşma.
Bu, belki bazı ilerlemeler sağlayabilir diye çeşitli yorumlara sebep olmuştur ama ben bunlara katılmıyorum. Çünkü Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri Kopenhag siyasi kriterlerine göre değerlendirilmesi gereken bir ilişkidir. Yani demokrasi çoğulcu olacak, açık olacak ve katılımcı olacak, hukukun üstünlüğü geçerli olacak, insan haklarına dayalı olacak ve azınlık hakları tanınacak.
Şimdi Türkiye’de mevcut duruma baktığımızda Kürt sorunundan kaynaklı çok yoğun bir silahlı çatışma dönemi içerisindeyiz. Silahlı çatışmalar tekrar başladığından beri şu anda Türkiye’nin Güneydoğusunda birçok yerde, özellikle kentlerde, yani Yüksekova’da, Nusaybin’de, Silopi’de, Şırnak merkezde, Silvan’da sokak çatışmaları var. Böyle olunca bu durum bütün insan hakları kategorilerini olumsuz yönde etkiliyor. Bakın, sadece Türkiye’de sokağa çıkma yasağının başladığı 16 Ağustos 2015’ten Şubat 2016’ya kadar 355 bin insan evini terk etmek zorunda kalmış. Yani Türkiye içerisinde 355 bin insan zorla göç ettirilmiş. Bu oldukça vahim bir durum.
Şu anda Cizre’nin dört mahallesi yerle bir edilmiş durumda. Sur’un tamamı yıkılmış durumda. Nusaybin’de bazı mahallelerin yıkıldığına dair bilgiler geliyor. Yüksekova’da keza aynı şekilde. Şırnak’ta aynı şekilde. Yani Türkiye’nin kendi içerisinde bir göç dalgası var. Böyle olunca Suriye’den gelen sığınmacıların sorunları da geri planda kalıyor. Yani Türkiye kendi vatandaşları bakımından güvenli bir ülke olmaktan çıkıyor, başka ülkelerden gelen insanlar bakımından nasıl güvenli bir ülke olacak? Avrupa Birliği’nin tabi ki bu sorulara cevap vermesi gerekiyor çünkü mülteci hukukuna göre mültecilerin kalacağı ülkenin güvenli ülke olması gerekiyor. Ama Türkiye’de güvensiz bir ortam var. Ve birçok ülke, vatandaşlarının Türkiye’ye gitmesini istemiyor. Bu bir problem.
Bu nedenle Türkiye’de önceliğimiz, Kürt sorununun çözülmesini sağlamak, yani yeniden barış ve müzakere dönemine dönülmesini sağlamak. Eğer barış ve çözüm sürecine yeniden dönülmezse Türkiye’deki hiçbir insan hakları kategorilerindeki başlıklarda iyileşmeler olmayacaktır. İyileşmeler olmazsa da Avrupa Birliği katılım müzakerelerinde ilerleme sağlanamayacaktır. Bu bakımdan biz, insan hakları savunucuları olarak, Türkiye’de önceliğin Kürt sorununun çözümü olduğunu hep vurguluyoruz.
Bir başka nokta otoriterlik sorunu. Özellikle sayın Cumhurbaşkanı’nın 7 Haziran 2015 seçimlerinden bu tarafa adeta bir fiili başkanlık modeliyle Türkiye’yi yönettiğine tanıklık ediyoruz. Bu kendisini özellikle ifade özgürlüğü alanında gösteriyor. Yani ifade özgürlüğü noktasında çok büyük yasaklamalar ve sınırlamalar var. Gazeteciler, akademisyenler, insan hakları savunucuları, yazarlar, aydınlar ciddi bir yargı baskısı altında. Toplanma ve gösteri hakkı fiilen kullanılamaz noktaya gelmiş. Bu konuda ciddi sorunlar var.
Bunun dışında kişi güvenliği ve özgürlüğü hakkı ile ilgili çok ciddi ihlaller var. Çünkü çok yaygın bir şekilde gözaltı ve tutuklama operasyonları yapılıyor. Buna baktığımızda bir problemle karşı karşıyayız. Yani ifade özgürlüğü sorunu olan bir ülkenin Avrupa değerlerine uyum sağlaması pek mümkün gözükmüyor. Bu ciddi bir problem.
Bir başka nokta da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bulunan Halkların Demokratik Partisi milletvekillerine yönelik dokunulmazlığın kaldırılması girişimleri. Şimdi bu Türkiye’de çok ciddi olumsuz bir siyasi atmosferin oluşmasına sebep olacak. Yani şu anda Ak Parti’nin Meclis’e sunduğu, MHP ve CHP’nin destekleyeceğini söylediği dokunulmazlıklarla ilgili Anayasa değişikliği kabul edilir ve yasallaşırsa öncelikle Kürt milletvekillerine dokunulacak ve belki de bunlar tutuklanacak. İşte o zaman Kürt sorununda işin içinden çıkılmaz bir nokta yaşanabilir. Bu da Türkiye siyaseti bakımından gerçekten yüz kızartıcı bir durum olur çünkü Kürtlere ayrımcılık yapılmış olacak.
Bu bakımdan da ben mevcut hem insan hakları ortamının, hem siyasi ortamın, hem de hukuki ortamın Avrupa Birliği katılım müzakerelerini ilerletme noktasında uygun olmadığını, bu nedenle bu eksikliklerin, bu olumsuzlukların giderilmesi noktasında hepimizin çaba içerisinde olmamız gerektiğini vurgulamak istiyorum. Yani Hükümet, yeniden barış ve çözüm sürecine dönülmesini sağlayacak, bunun için de özellikle devlet güçleri ile PKK arasında yeniden bir fiili çatışmasızlık ortamının mutlaka sağlanması gerekecek.
Mülteci sorunları konusunda Suriye’de devam eden iç savaşın sona erdirilmesi ve özellikle Suriye’deki cihatçı örgütlenmelerin tasfiyesi noktasında uluslararası güçlerin elini çabuk tutması, çünkü bu büyük bir probleme sebep olmaktadır. Suriye’deki cihatçı gruplar nedeniyle çok büyük bir mülteci sorunuyla karşı karşıyayız. Yani Suriye’de El-Nusra, IŞİD, El-Kaide ve türevleri olduğu için bu kadar çok fazla aslında mülteci durumuyla karşı karşıyayız. Bu cihatçı örgütlenmelerden insanlar ağırlıklı olarak kaçmaktadırlar. Başlangıçta Esad rejiminden kaçıyorlardı, ama sonradan bu cihatçı yapılanmaların saldırıları nedeniyle insanlar kaçıyor. Demek ki, Suriye iç barışının sağlanması noktasında bu konuda uluslararası güçlerin biraz daha hızlı davranması ve özellikle Kuzey Suriye’de içerisinde PYD’nin de olduğu demokratik güçlerinin Suriye’nin kuzeyindeki statüsünün tanınması noktasında da adım atmaları gerekecek.
En önemlisi de Türkiye’de tek adam yönetimini, fiili başkanlık yönetimine geçme ile ilgili projeden vazgeçilmesi gerekiyor. Çünkü Türkiye parlamenter sisteme alışkın bir ülkedir ve bunu iyileştirmesi gerekirken hiçbir tecrübesinin olmadığı bir başkanlık modeline geçmenin yaratacağı başka sakıncalar vardır. Çatışmaların bir sebebi de budur aslında. Yani bir yandan Ak Parti ve özellikle sayın Erdoğan’ın başkanlık modelini dayatırken Kürtler, idari olarak özyönetim ve özerklik talebini gündeme getiriyorlar ve bu iki tezin bir ortak noktada buluşması kısa vadede mümkün gözükmüyor. Bu da aslında çatışmanın sebeplerinden bir tanesidir. Böyle baktığımız zaman da demokratik değerlere bağlılığın ortaya konması gerekecektir. Ben kısaca görüşlerimi böyle özetleyebilirim.