Türkiye’de ne yazık ki gazeteciliğin varlığından söz edemiyoruz, gazetecilik "ölü bir meslek." Yeniden canlanması için adeta "hortlaması" gerekiyor. Gazetecilik hakikate bakar, ancak siyasetçiler gazetecilik, gazeteciler ise halkla ilişkiler yapıyor. Gösteri toplumunda her şey bir gösteriye dahil ve bu bir histeri krizine dönüşmüş durumda. Kavramların içi boşaltıldığı için "ahlaksız ahlak satıyor, namussuz namus satıyor" noktasına geldik ve hiçbir kavram karşılığını bulmuyor. Adalet Bakanı’nın "yargı sistemi her zamankinden daha tarafsız ve bağımsız" şeklindeki açıklaması ise kasıtlı bir "trollük" olarak görülmeli. Türkiye’de suç ve ceza kavramı darmadağın ve kimin suçlu, kimin suçsuz olduğuna kimin karar verdiği bile belirsiz. Anayasa Mahkemesi kararlarının tanınmaması, anayasayı ortadan kaldırma suçu yani bir nevi darbedir. Bu ülkede yapılan en büyük estetik "ardamarını aldırmak" oldu ve ardamarsız bir ülkeye dönüştük.
'Gazeteciyi hakikatle korku arasında tercihe zorlayamazsınız'
Beni korkutmak kolaydır ama o korkuyu yenmeden normal hayata dönemem. Çocukken tabuttan korktuğum için gidip tabutun içinde yattım; korkularımın üzerine giderim. Gazeteci olarak neyle korkutulabilirim ki? Birisi bana bir şey yapacaksa gelir yapar zaten, benim bunu engelleyecek gücüm yok, tek başıma bir adamım. Son dönemdeki uyuşturucu operasyonlarında adı geçen kişilerin durumu ise tam bir aşağılıkça. Lekelenmeme hakkı yasal bir haktır. Yeni doğum yapmış bir kadının adının bu şekilde geçmesi, çocuğunun gelecekteki hayatını etkileyecek ve bu, ülkeyle alay etmektir. Ülkeyle alay edilmez, bu çok ağır bir şeydir. Türkiye’de suç ve cezadaki dengeyi kaybettiğimiz için kimin suçlu, kimin suçsuz olduğu karıştı. Uyuşturucu kaçakçısının saraydan gelen telefonla serbest bırakıldığı bir ülkede "adalet var" denilemez. Ülke distopik her şeye sahip olmuş durumda. Herkesin kendi güvenli alanına çekildiği bir dönemdeyiz ve kimse kendini güvende hissetmiyor. Buna da alışmak kadar kötü bir şey yok; şaşırmadığınız an sorunun bir parçası haline gelirsiniz.
Elden ayaktan düşmüş, yürüyemiyordu. Bir taraftan da parkalı Deniz Gezmiş'i gördüm aynı anda. Hayali canlandı. Deniz Gezmiş'in bu ülkeyi çok seven bir insandı. Eğer İkinci Kuvâ-yi Milliye yürüyüşü amacına ulaşmış olsaydı Türkiye bugün bambaşka bir yerdeydi. İdam fermanı 1972'de değil, o yürüyüş sırasında yazıldı. Ülkenin Kuvâ-yi Milliye ruhundan uzaklaştırılması için yapılmıştır. Bu ülkede Kuvâ-yi Milliye ruhu yeniden harekete geçerse her şey o zaman çok güzel olur.