“Şöyle başlayayım: Filistin’in İspanya, İrlanda, İngiltere, Kanada, Fransa tarafından devlet olarak tanınması sahada bir anlam ifade ediyor mu yoksa etmiyor mu? İyi niyetin ötesinde sahadaki anlama ben şöyle bakıyorum: Bir yapının devlet olarak tanımlanabilmesi için gördüğüm kadarıyla dört tane yeter şart var. Bence en önemlisi ülkesellik. Yani sınırları belli bir toprak parçanızın olması lazım. Filistin meselesinde en büyük problem bu. Sınırları belli bir ülke; kara parçası yok. En son 1990’larda Oslo Anlaşmaları’nda yani Şimon Perez ile Yaser Arafat arasında imzalanan anlaşmalar bile çok muğlaktı. Şu an gelinen aşamada şöyle bir noktadayız: Üç parça var. Kudüs’ün doğu kısmı, Batı Şeria ve Gazze. Gazze ile diğer iki bölge arasında kara bağlantısı yok. Gazze bir enklav gibi duruyor. Batı Şeria bambaşka yerde, Kudüs’ün doğusu bambaşka yerde duruyor. İsrail, Gazze’de yapmaya çalıştığı şeyi Batı Şeria’da on yıllardır yapıyor. Filistin yerleşimleri arasında birleşik bir hat yok. Yani iki mahalle arasında gezmek için birçok İsrail kontrol noktasından geçmeniz gerekiyor. Türkiye’den örnek vererek ifade edelim. Diyelim ki Gebze’den İstanbul’a gireceksiniz. Gebze, İsrail yerleşimi. Tuzla-Çayırova Filistin toprağı. Ama geliyorsunuz Pendik’e hükümet kararıyla Yahudi yerleşimi koymuşlar. Birçok kontrol noktasından geçiyorsunuz sonra Kartal’a geliyorsunuz orası Filistin toprağı. Sonra Maltepe’ye geliyorsunuz yine Yahudi yerleşimi. Yani Tuzla’dan Kartal’a giderken birçok Yahudi yerleşiminden ve kontrol noktasından geçmeniz gerektiğini düşünün. Okula, hastaneye gidemiyorsunuz. Ben Filistinlilerin hatıratlarını okudum. Hasta da doktor da ameliyata yetişemiyor. Böyle tuhaf bir sorun var.
Ülkesellik meselesinde Gazze ile Batı Şeria arasında bağ olmamasını geçtim, doğrudan Batı Şeria içinde de böyle büyük bir problem var. Devlet olma konusunda ikinci mesele nüfus meselesi. Sınırları belirli bir kara parçasının devlet olması için topraktan sonra beşeri kaynağa ihtiyacı var. Filistin’in nüfusu on yıllardır Filistin dışında kamplarda yaşıyor. Lübnan’da, Suriye’de kamplarda yaşıyorlar Ürdün’ün bir dönem nüfusunun yarısı Filistinliydi. Hala daha ciddi bir kısmı öyle ülkenin. Türkiye’de, Körfez’de, Mısır’da da Filistinliler var. Filistinlilerin yarısı ülkenin dışında yaşıyor. Bunlar 1948’deki Nekbe’den sonra yurtlarından kovulan insanlar. Gazze’ye süpürdüklerini süpürdüler, süpüremediklerini de Filistin’den kovdular. Ciddi bir nüfus problemi var. Yerinden edilenlerin geri dönüşü tüm müzakereleri tıkayan meselelerden birisi. Devlet olmanın üçüncü gereği de kurumlar. Bir devletten bahsedebilmek için belirli politikaları izleyen kurumlarınızın, bürokrasinizin, bakanlıklarınızın olması lazım. Filistin’de bu konuda ciddi eksiklikler ve sıkıntılar var. Batı Şeria’da başka bir şey, Gazze’de başka bir şey var. Zaten tamamen dışarıdan yardımla ayakta duruyorlar. Üretim yok. İşsizlik yüzde 60’larda. Sadece İsrail’in baskısı ile Filistin devletinin güvenlik ve istihbarat kurumları güçlü. O da Hamas ve İslami Cihad üyelerini veya sol-sosyalist örgüt üyelerini Batı Şeria’da tutuklayıp İsrail’e teslim etmek için var. Tüm bu üç kriterden sonra dördüncü mesele uluslararası tanınma oluyor. KKTC’de on yıllardır gördüğümüz şey bu uluslararası tanınma meselesi. Gerçekten önemli bir konu.
Bunu da 1948’den beri ihmal ediyor Batılılar. İngiliz Başbakan Starmer’ın dünkü açıklamasını gördüm. Resmen takdir bekliyorlar herhalde. O memleketin mandacısıydınız. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra Milletler Cemiyeti kararıyla orayı manda yönetimine aldılar. Orada güya halkları bir devlet olmaya hazırlama bahanesiyle manda yaptılar. 1948’de ayrıldıkları zaman ne Yahudilerin ne Filistinlilerin orada devlet olma kapasitesi vardı. Yahudilerin Holokost’tan sonra Batı desteği ile ilan ettiği bir devlet oldu ama Arapların devlet ilan etmesine izin vermediler. Bunun başında da İngiltere vardı. 1948’den beri buna izin vermediler. 2025’e geldik, 80 sene oldu. Şimdi ‘Filistin’i devlet olarak tanıyoruz’ diyorlar. 80 senedir yapmanız gereken şey buydu; bunu yapmadıkları için olay bu noktaya geldi. Uluslararası tanınma meselesi elbette önemli fakat günün sonunda ilk üç şart olmayınca pek anlamı yok.
Sınırları belirli bir kara parçası, Türkiye’nin Lozan’daki en büyük önceliği buydu. Sınırlarımızın belli olması. Sınırlar belli olduktan ve içeride bağımsız bir yapı kurabildikten sonra gerisi kendiliğinden gelir. Filistin’in sınırları belirli değil. Bağımsız yapı kuracak bir durum yok. Nüfus dışarıda kamplarda yaşıyor. Devlete benzemeyen bir yapıya ‘devlet’ denilse ne olur? Bu diplomatik olarak Batı’nın vicdan rahatlatma şeyi. Gelinen aşamada 65 bin insan öldü Gazze’de. Birleşmiş Milletler Raportörü ise 680 bin kişinin ölümüş olabileceğini söyledi. Bana çok mübalağ gibi geliyor. Gazze’de 2-2.5 milyon insan yaşıyor. En azından bunun dörtte birinin ölmüş olmadığına inanmak istiyorum. 680 bin Gazzelinin ölmesine kimse şaşırmaz. 680 bin ölünün 380 bini için çocuk olduğunu söyledi BM Raportörü. Biz resmi rakamı kabul edelim. 65 bin kişi hayatını kaybetti. 12 bin kişi enkaz altında. İki yıldır soykırımı bitiremeyen Batı, vicdan rahatlatmasını devleti tanıyarak yapıyor. Ama ortada Filistin devleti kalmadı kimse kusura bakmasın. Diplomatik adımların sahadaki gerçeği değiştirmedikten sonra bir anlamı olmadığı kanaatindeyim maalesef.”
‘ABD muhtemelen İsrail’in saldırılarını durdurmuyor’
“İsrail’in Doha saldırısında dikkatim içeken şey şu: Katar’da Hamas’ın toplantısı hedef alındı. Bu saldırı toplantısı değil, İsrail ile ateşkes müzakeresi toplantısıydı. Tam bu müzakere esnasında Hamas’ın politik bürosu hedef alınıyor. Saldırı sembolik ve tuhaf bir şey. Normalde Katar ile İsrail arasında servisler arasında adı konmamış bir anlaşma vardı: Körfez’de İsrail, karşıtlarına doğrudan saldırı yapmayacaktı. Ama Körfez ülkeleri de onlara çok fazla güvenli liman sağlamayacaktı. Böyle üstü kapalı bir anlaşma vardı. Hatta o yüzden İsrail, İsmail Haniye’yi yıllardır yaşadığı Doha’da değil Tahran’da vurdular. İran’a da sembolik mesajdı; Devrim Muhafızları orduevi içinde vurdular. Katar’da da vurabilirlerdi ama vurmadılar. Halid Meşal’e Ürdün’de yapılan suikasttan beri monarşiler ile İsrail arasında böyle bir anlaşma vardı. Fakat bu kırıldı. Bugün Katar’da bile; Bile diyorum çünkü Katar yumuşak güç kullanan, ABD güvenlik şemsiyesi altında olan bir ülke. BAE ve Suudi Arabistan ile birlikte en çok ABD askeri olan yer Katar. Tüm güvenliğinizi ABD’ye emanet ediyorsunuz ve günün sonunda gelip son dakikada ‘vurulacaksınız pardon’ diyorlar. Peki bu ülkeler neye güvenip ABD ile ittifak kuracaklar? Amerika’nın çok umrunda değil bunlar. Amerika zaten çok ciddi bir tepki vermedi Doha saldırısına. Saldırının sembolik olarak böyle bir anlamı vardı. Birinci mesele bu. İkincisi, Körfez’deki emirlikler açısından ki buna Ürdün de dahil şu görüldü: İsrail’in kırmızı çizgisi yok. İbrahim Anlaşmaları veya başka anlaşmalar ile normalleşmiş olsanız bile İsrail kafasına bir şeyi koyduğu zaman bunu yapıyor.
Bunu ABD de durduramıyor veya durdurmuyor. Muhtemelen durduramıyor değil de durdurmuyor. Ben öyle anlıyorum. Oradaki Amerikan üsleri de sizi korumuyor. O zaman neye yaradı bu iş? Hem kendi halklarıyla ‘Batı’ya uşaklık etme’ meselesinden sorunları var. ‘Batı’nın taşeronu’ deniliyor onlara. Hem kendi tahtlarını korumak hem de ülkelerinin güvenliğini sağlamak için bunu yapıyorlardı. Yarın öbür gün İsrail’in, Katarlı bir yetkiliyi vurmasını engelleyecek şey ne? Yarın öbür gün Riyad’da, Suudi bir bakanın vurulmasını ne engelleyecek? Bu sorular akıllara geliyor ve bu sebeple Suudi Arabistan ve Pakistan arasındaki askeri anlaşma ortaya çıktı. Bu tabii bir anda ortaya çıkmadı ama eylülün başında Doha’daki saldırı ve arkasından İslam İşbirliği Teşkilatı ile Arap Birliği’nin sembolik toplantısı önemli oldu. Tabii sembolik toplanıyorlar. 7 Ekim 2023’te de saldırılardan 45 gün sonra toplanabildiler. İslam İşbirliği Teşkilatı, Mescid-i Aksa fanatik bir Yahudi tarafından kundaklandığı için 1969’da Rabat’ta kuruldu. Kuruluş amacı, Kudüs’teki bir mescidin kundaklanması sebebiyle olan bu örgüt, Gazze yerle bir edildikten ve binlerce insan öldürüldükten 45 gün sonra toplanabildi. Bu bir rezaletti. Doha saldırısından ise birkaç gün sonra toplanabildiler. Demek ki bu örgütün çok da umurunda değil Gazze ve Filistin. Toplanıp ılık diplomatik metin üretmekten ve konuşmaktan başka bir şey yapmadıkları anlaşılıyor. Ulusal çıkarlar daha öncelikli ve bunu Pakistan-Suudi Arabistan işbirliğinde de görüyoruz.”
‘Pakistan-Suudi Arabistan ilişkileri bölgedeki herhangi bir iki ülkeden daha derin’
‘Suudi Arabistan, Pakistan’ın Hindistan ile savaşması durumunda dahil olacak mı? Zannetmiyorum’
“Suudi Arabistan açısından bakarsak birkaç parametre var. Birincisi, Doha saldırısıyla birlikte özellikle Trump döneminde Amerikan askeri şemsiyesinin Suudi Arabistan’ı çok da korumayabileceği görüldü. Alternatif olarak Doğu’ya yöneldiler demiyorum ama bunu İsrail’e ve Amerika’ya mesaj olarak okuyabiliriz. Verilen nükleer mesajı ise şöyle okuyorum: Türkiye, Soğuk Savaş’ta ekonomik açıdan güçsüzdü. Askeri olarak bir ordusu vardı, nüfusu vardı ama ordu modernizasyonu iyi değildi. Türk siyasetçiler ne diyordu? 1990’larda ve 2000’lerde de çok duyduk bunu: Türkiye’nin ‘jeostratejik önemi’ denildi. Bir şey veremediğiniz zaman arsa değeri üzerinden konuşursunuz. ‘Siz bu ittifakta büyük ortaksınız ama biz de deriniz’ imajı vermek için ‘Türkiye’nin arsa değeri. NATO’nun kanat ülkesi’ vs. deniliyordu. Pakistan’ın söylediği de buna denk geliyor. Bu işi parayla yapabilirsiniz. Finansal boyutu Suudi Arabistan verebilir. Sizin de bir şey verebiliyor olmanız lazım. ‘Bir milyon askerimiz ve nükleer silahlarımız var’ diyebilirsiniz bunun karşılığında. ‘Boş değiliz, masaya bir şey koyuyoruz’ denmek için söylenmiş bir şey. Değilse o nükleer silahların kullanımı çok kolay değil. Nükleer denilince aklıma Vladimir Putin ve Kazakistan lideri Tokayev arasındaki bir konuşma geldi. Tokayev, ‘Nükleer silahlar çok da iyi değil uluslararası istikrar açısından’ diyor. Putin de ‘Rahmetli Saddam da öyle diyordu’ dedi. Yani Saddam’ın nükleeri olsa hala yaşıyor olurdu.
Nükleer silahlar sizin rejiminizi garanti altına alan bir şey. Bunun kullanımı çok sıra dışı şartlarda mümkün olabilir evet. Pakistan’ın elinde 180 nükleer başlık olduğundan bahsediliyor. Suud desteği ile buna yatırım yapıyorlar. Pakistan-Türkiye ilişkilerinde de bu gündeme geliyor. Pakistanlı gazeteciler ve siyasetçiler, ‘Türkiye’nin ihtiyacı olursa bizim de nükleer silahımız var’ diyorlar ama bu çok kullanılabilen şeyler değil. Sadece söyleniyor diplomaside. Suudi-Pakistan askeri anlaşmasında dikkatimi çeken şey şu: NATO’nun meşhur beşinci maddesi var. ‘Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için’ diye formüle ediliyor. Birine saldırılırsa diğer taraflar da dahil olacak çatışmaya. Peki bu, Suudi Arabistan ve Pakistan arasında sürdürülebilir bir şey mi? Bence çok değil. Neden? Pakistan ve Hindistan, bu yıl mayıs ayında bizim Yunan jetleriyle yaşadığımız it dalaşından öteye geçip hava muharebesi yaşadılar. Ona benzer bir savaşa girerlerse, Suudi Arabistan da gidip Yeni Delhi’yi mi bombalayacak? Bu anlama mı geliyor? Zannetmiyorum. Suudi Arabistan’ın öyle bir kapasitesi yok. Hindistan-ABD ilişkileri belli. Suudilerin silahları nereden aldığı ve hangi silahlara sahip olduğu belli. Amerikan uçaklarıyla gidip ABD ile arası iyi olan Hindistan’ı mı vuracaklar? Pakistan ile zaten Hindistan dışında savaş tehdidi olan kim var? Yok. Talibanla mı, İran’la mı, Tackisistan’la mı savaşacak Pakistan? Bu anlaşmanın Hindistan’a karşı olduğu belli. Suudi Arabistan’ın ben elinde öyle bir imkan olduğunu sanmıyorum. Amerikan silahlarıyla gidip ABD dostu Yeni Delhi’yi bombalaması ihtimali gerçekçi gelmiyor. Bana bunlar kamuoyuna yönelik açıklamalar gibi geliyor.”