Uzmanı anlattı: Türkiye'de doğum oranlarının düşme sebebi ne? Sonuçları neler olur?
TÜİK'in verilerine göre kadın başına düşen ortalama doğum sayısının 1.51'e inerek Cumhuriyet tarihinin en düşük seviyesine ulaştı. Doğurganlık oranlarının düşmesinin nedenleri ve uzun vadedeki sonuçlarını Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Eryurt Sputnik’e anlattı.
Sitede okuGeçtiğimiz aylarda
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), ülkenin doğum istatistiklerini güncelledi. Bu veriler, kadın başına düşen ortalama
doğum sayısının 1.51'e inerek Cumhuriyet tarihinin en düşük seviyesine ulaştığını gösteriyor. Bunun doğrultusunda 10 yıl içerisinde 0.7 doğumluk bir azalma gerçekleşti.
Türkiye’nin farklı bölgelerine bakıldığında,
Şanlıurfa'da doğum oranının 3.27 çocukla oldukça yüksek olduğu görülürken,
İstanbul, Ankara ve
İzmir gibi büyük şehirlerde bu oran 1.2’ye kadar gerilemiş durumda. Bu durum, ülkenin demografik yapısında önemli değişikliklere işaret ediyor. Peki günümüzde çocuk sahibi olma normlarının nasıl değiştiği ve bu değişimin doğurganlık üzerindeki etkileri nelerdir? Eğitim seviyesinin artmasının doğurganlık üzerindeki etkileri nelerdir?
Doğurganlık oranlarının düşmesinin uzun vadede sonuçları ne olacak?Türkiye’deki ekonomik kriz dönemlerinin
doğum oranlarına olan etkisi nasıl gözlemlenir? Devlet eliyle nasıl teşvik yapılmalı?
Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Ali Eryurt Sputnik’e özel anlattı.
Doğum oranları neden düşüyor?
Prof. Dr. Mehmet Ali Eryurt toplumların yüksek doğurganlık rejiminden düşük doğurganlık rejimine geçtiğini belirtirken doğum oranlarının düşme nedenlerini şöyle anlattı:
"Modernleşme teorisinin bir türevi olarak değerlendirebileceğimiz “demografik geçiş teorisi” kalkınma, sanayileşme, kentleşme, zorunlu eğitim süresinin yaygınlaşması gibi makro-ekonomik süreçlerin neticesinde toplumların yüksek doğurganlık rejiminden düşük doğurganlık rejimine geçtiklerini ifade ediyor.
John Caldwell, doğum oranlarının azalmasını çocuğun değerinin farklılaşması ile açıklıyor. Geleneksel tarım toplumlarında çocuk sahibi olmak ekonomik olarak ebeveylerine ekonomik bir avantaj oluştururken, refah, servet çocuklardan ebeveynlere doğru akarken, modern sanayi toplumlarında ve sanayi sonrası toplumlarda çocuk bakımı, eğitimi için ortaya çıkan maliyetler, refahın, ebeveynlerden çocuklara doğru akmasına yol açarak çocuğa duyulan talebin azalmasına, doğum oranlarının düşmesine yol açıyor.
Gary Becker, çiftlerin çocuk sahibi olmaya karar verirken bir fayda zarar mülahazası yaparak, rasyonel bir şekilde karar verdikleri belirtiyor. Çocuk sahibi olmanın getirisi azaldığı, maliyeti arttıkça doğum oranları düşüyor.
Lesthaeghe ve Van De Kaa “ikinci demografik geçiş” olarak nitelendirdikleri teorilerinde yaşam koşullarının değişmesine bağlı olarak değer ve normların da değiştiğini belirtiyorlar, geçmişte söz konusu olan aile odaklı yaklaşım, fedakarlık, özveri gibi kavramlar yerini bireyselliğe, kişisel gelişime, özgürlüğe, kendini gerçekleştirmeye bırakıyor."
‘Türkiye’de eğitim ve doğum oranları arasındaki negatif ilişki sürüyor’
Eryurt, eğitim seviyesinin artmasının doğurganlık üzerindeki etkilerinden bahsederken aralarında “ters yönlü” bir ilişki olduğunu şu cümlelerle aktardı:
“Uzun yıllar boyunca, çok sayıda çalışma, eğitim düzeyi ve doğum oranları arasında ters yönlü bir ilişki olduğuna dair bulgu ortaya koydular. Eğitim düzeyi arttıkça, doğum oranları düşüyordu. 1990’lı yıllarla birlikte bazı ülkelerden ilişkinin tersine döndüğüne yönelik bulgular da paylaşılmaya başladı. Özellikle İsveç, Danimarka, Norveç gibi İskandinav ülkelerinden. Sosyal devlet uygulamalarının yaygın olduğu, iş-aile uyumlaştırmasına yönelik politikaların başarılı bir şekilde hayata geçirildiği, kadınların iş ve kariyer arasında tercih yapmak zorunda kalmadığı ülkelerde eğitimin, çocuk sahibi olmanın önünde engel olmayabildiğini görmüş durumdayız. TÜİK’in 2022 doğum istatistikleri, Türkiye’de lise mezunu olmayanların doğum oranının 2.4 çocuğun üzerinde olduğunu, okuma yazma bilen ama ilkokul mezunu olmayanlarda 2.8 çocuğa çıktığını, lise mezunlarında 1.5 çocuğa, yüksek öğretim mezunlarında 1.3 çocuğa düştüğünü gösteriyor. Türkiye’de şu an eğitim ve doğum oranları arasındaki negatif ilişki sürüyor. Ancak biz de iş-aile uyumlaştırmasına yönelik politikalara öncelik verirsek bu tablonun değişebileceğini farklı ülke deneyimlerinden görmüş durumdayız. “
‘Ekonomik kriz dönemlerinin doğum oranlarına etkisi kuşkusuz ki var’
Prof. Dr. Mehmet Ali Eryurt, ekonomik kriz dönemlerinin doğum oranlarına etkisi olduğunu şu sözlerle belirtti:
“Ekonomik kriz dönemlerinin, krizin derinliğine, süresine bağlı olarak doğum oranları üzerinde etkisi kuşkusuz var. 1930 Büyük Buhranının, 1970 petrol krizinin sonraki pek çok ekonomik krizin etkilerine dair çalışmalar var. Krizlerin, en çok genç, bekar, çocuksuz kişiler üzerindeki etkileri nedeniyle doğum oranlarını etkilediğini söyleyebiliriz. İşsizliğin arttığı, gelirlerin düştüğü, maliyetlerin arttığı kriz ortamlarında gençler evlenme ve çocuk sahibi olma konusunda zorlanırlar. Doğum oranları en çok bu nedenle kriz ortamlarında düşer. Türkiye aslında 2018 yılındaki Rahip Brunson krizinde doların hızlı artışından beri önemli ekonomik sorunlar yaşadı. Enflasyonun çok yüksek seyrettiği, konut maliyetlerinin ekonomik gerçeklikten de uzak bir şekilde, aşırı arttığı bir dönemde evlenme ve çocuk sahibi olma oranlarında bir azalma gözlemledik. Kriz dönemlerinin etkisinin geçici olması beklenir. Ertelenen evlilikler ve doğumlar, krizin atlatılmasının ardından gerçekleşir ve kuşak doğurganlığı açısından bakacak olursak, nihai doğum oranları etkilenmeyebilir. Ama krizler uzun sürecek olursa, sık tekrar ederse, tabi yeni bir norm oluşması, doğum oranlarının kalıcı bir şekilde düşmesi de söz konusu olabilir.“
‘Nüfus politikalarının bireylerin doğurganlık davranışları üzerindeki etkisi tartışılan bir konu’
Eryurt nüfus politikalarının bireylerin doğurganlık davranışları üzerindeki etkisinin tartışılan bir konu olduğunu şöyle kaydetti:
“Aslında nüfus politikalarının bireylerin doğurganlık davranışları üzerindeki etkisi geçmişte de tartışılan bir konuydu. 1960’lı yıllara kadar süren pronatalist, doğurganlığı artırıcı politikaların etkisi de, 1960’lı yıllardan itibaren uygulanan antinatalist, doğurganlığı azaltıcı politikaların etkisi de tartışıldı. Yapılan çalışmalar, bireylerin doğurganlık davranışları üzerinde nüfus politikalarından ziyade sosyo-ekonomik değişimlerin daha etkili olduğunu ortaya koyuyor. İnsanlar kendi yaşam koşullarına bağlı olarak kaç çocuk sahibi olup olmayacaklarına rasyonel bir şekilde karar veriyorlar. 2000’li yıllar sonrası için de böyle. Aslında güçlü, çerçevesi belli bir teşvik politikası uygulandığını söylemek güç. Daha çok söylem düzeyinde kalan bir politika söz konusu oldu."
‘Politik söylemin merkezine üreme hakkı kavramı yerleştirilmeli’
Prof. Dr. Mehmet Ali Eryurt siyasetçilerin doğurganlık oranları konusunu gündeme getirmesinin doğal bir süreç olduğunu belirtirken politik söylemin merkezine “üreme hakkı” kavramı yerleştirilmesi gerektiğini şu sözlerle anlattı:
“Siyasetçilerin nüfus dinamikleri, doğum oranları konusunda değerlendirme yapmalarını gayet doğal karşılamak lazım. Nüfus dinamiklerinin sağlıktan, eğitime, çalışma yaşamından kent planlamasına kadar her alanda sonuçları var çünkü. Siyasetçilerin doğum oranları konusunu gündeme getirmesinin toplumsal algıda bir karşılığı olur. Bizim gibi kutuplaşmaya meyyal toplumlarda, veya daha doğru ifade ile, kutuplaştırılan toplumlarda, politik çizgisine bağlı olarak farklı toplum kesimlerinde farklı etkileri olur. Ama söylem ancak algıyı etkiler, bunun davranışa dönüşmesi için sadece söylem yeterli olmaz, söylemin doğru nüfus politikaları ile, sosyal politikalarla, ekonomi politikaları ile desteklenmesi gerekir. Politik söylemin merkezine “üreme hakkı” kavramı yerleştirilmeli. Esas olarak, çiftlerin istedikleri sayıda çocuğa istedikleri zamanda sahip olmalarını sağlamak için gerekli ortamı, koşulları, imkanları sağlamak gerekiyor.”
Devlet eliyle nasıl teşvik yapılmalı?
Eryurt, çiftlerin istedikleri sayıda çocuğa istedikleri zaman sahip olmalarını sağlayacak politikaların hayata geçirilmesi gerektiğinin altını çizerken devlet eliyle yapılması gereken teşvikleri şöyle sıraladı:
“Aslolan çiftlerin istedikleri sayıda çocuğa istedikleri zaman sahip olmalarını sağlayacak politikaları hayata geçirmek olmalı. Daha önce yaptığım çalışmalarda artık doğumlarını büyük oranda tamamlamış 40-49 yaş grubundaki kadınların yaklaşık yarısının istediğinden az sayıda çocuğa sahip olduğunu görmüştüm. Bu oran, yüksek eğitimli ve çalışan kadınlarda yüzde 60’ın üzerine çıkıyordu. Bu durumdaki kadınların iş ve aile yaşamını uyumlaştırmakta zorlandıkları açık. Dolayısıyla iş-aile uyumlaştırmasına yönelik politikaların hayata geçirilmesi çok önemli.
İş-aile uyumlaştırmasına yönelik en önemli politika erken çocukluk gelişimi döneminde kamunun sorumluluk üstlenmesi olacaktır. Kreşlerin yaygınlaşması, niteliklerinin artırılması, ücretinin büyük oranda kamu tarafından karşılanması büyük oranda annelerin sırtında olan çocuk bakım yükünü hafifletecektir. Kamunun erken çocukluk dönemi eğitim ve bakımında sorumluluk alması fırsat eşitliği açısından da önemli bir adım olacaktır.
Bir diğer önemli politika, iş güvenceli doğum izni sürelerinin artırılması olacaktır. Şu anda doğumdan önce 8 hafta, doğumdan sonra 8 hafta olan ücretli doğum izni süresi çok kısa. Babalar içinse yok denecek kadar az bir izin süresi var. Ücretli doğum izninin, bebeğin anneye doğrudan bağımlı olduğu, sadece anne sütü ile beslenmesi gereken il 6 ay annelik izni şeklinde, sonraki 6 ayda ise çiftin kararına bağlı olarak anne ile babanın dönüşümlü olarak kullanabildiği bir hak olarak tanımlanması etkili bir politika olacaktır.”
Doğurganlık oranlarının düşmesinin uzun vadede sonuçları ne olacak?
Prof. Dr. Mehmet Ali Eryurt doğum oranlarının düşmesinin nüfus büyüklüğünü ve yapısını büyük oranla etkileyeceğini söyleyerek uzun vadede sonuçlarını şöyle aktardı:
“Doğum oranları düşme eğilimini sürdürecek olursa gelecekte doğal olarak genç nüfus oranı azalacak, yaşlı nüfus oranı artacaktır. Biraz gecikmeli olarak, çalışma çağı nüfusu da azalmaya başlar. Şu anda bile bozuk olan aktif pasif oranı çok daha bozulur. Bunun özellikle sağlık sistemi ve sosyal güvenlik sistemi üzerinde olumsuz etkileri olacaktır.”