Küresel çapta jeopolitik fay hatlarını hareketlendiren dönüşüm, ABD’nin 21. Yüzyılın eşiğinde can evinden vurulduğu 11 Eylül 2001 saldırılarıyla sembolleşen haftayı Amerikalılar dahil adeta herkese ‘unutturdu’. Amerikan hegemonyasının özellikle Ortadoğu’da işgaller ve müdahalelerle zorlanmasının başlangıcı olan 11 Eylül saldırılarının üzerinden 22 yıl geçti. Bu süreçte birinci on yılda başlayan Arap isyan dalgası eşliğinde gelişen Amerikan stratejisinin ortaya çıkardığı Ortadoğu’nun görünümü ilginç tartışmaların konusu.
Ukrayna krizinin tetiklediği resimde; Suudi Arabistan ile BAE’nin BRICS genişlemesinde yer aldığı, OPEC+ üzerinden petro-dolar temelli politikalara ‘direniş’ sergilendiği, Çin Halk Cumhuriyeti’nin ‘barış yapıcı’ olarak anıldığı yeni bir yönelim dikkat çekiyor. Geçtiğimiz günlerde Suudi Arabistan’ın veliaht prensi Muhammed bin Salman’ın ‘Ortadoğu yeni Avrupa olacak’ temalı konuşmasının videosu gündeme düştü.
Ortadoğu'nun görünümünü Küresel Politikalar İçin Ankara Merkezi'nden araştırmacı yazar Gökhan Çınkara ile konuştuk.
’11 Eylül, ABD’nin Ortadoğu’da izlediği stratejiler bakımından dönüm noktası oldu’
Gökhan Çınkara'ya göre, 11 Eylül 2001 saldırıları ve sonrasındaki süreç ABD’nin Soğuk Savaş’tan bu yana kullandığı İslamcı hareketleri yönlendirmekte önemli dönüşümlerin sembolü. Sovyetler’i yıkmak hedefli politikaların dönüp kendi topraklarını vurduğunu gören ABD’nin daha sonra Arap isyanlarında ‘İhvancılık’ üzerinden tutturduğu çizginin de Körfez’deki müttefiklerini etkilediğini anımsatan Çınkara, IŞİD gibi yeni unsurlarla gelinen yere dikkat çekti:
“11 Eylül neden önemlidir? Şu açıdan; ABD’nin Ortadoğu’da izlemiş olduğu makro stratejinin artık bir nevi işlemediğini göstermişti. ABD Soğuk Savaş’tan itibaren Ortadoğu’ya bakışını daha çok milliyetçi ve sosyalist hareketleri bastırmak, bunların yerine Körfez ile birlikte İhvancı hareketleri güçlendirme politikası izledi. Bunları daha çok 1960’larda Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinde kadrolaşma olarak gözlemledik. Bunların meyveleri biliyorsunuz Sovyetler’in Afganistan operasyonları ve orada El-Kaide’nin yeşermesi oldu. Fakat bakıldı ki dışarıda bu şekil bir jeopolitik manipülasyonlar yapılırken, bu yeni strateji artık ABD’nin kendi topraklarına yönelmiş oldu. Amerikalılar Ortadoğu’da farklı bir strateji izleme ve birlikte çalışacakları ekipleri değiştirme vaktinin geldiğini düşündü.
Bu süreçte en çok sıkıntıyla karşılaşan ülke Suudi Arabistan oldu. Suudi Arabistan, Soğuk Savaş’ın Ortadoğu’daki en önemli aktörlerinden birisiydi. Bir tarafta İsrail, bir tarafta Suudi Arabistan. Bu İhvan hareketlerinin fonlaması da çoğunlukla Körfez ülkeleri vasıtasıyla yapılıyordu. Suudi Arabistan’a, Kuveyt’e, Katar’a ve kısmen BAE’ye böyle bir rol biçilmişti. Tabii bu rol, 2000’lerden sonra değişti.
Tabii bir de Arap Baharı süreci var. O dönem dediler ki ‘toplumsal hoşnutsuzluk var, bu tek adamları yıkmak gerekiyor’. Bu yeni siyasi anlayış Körfez Ülkeleri ve ABD ile uyumlu olacak diye düşünüldü. Ama görüldü ki işin sonunda Körfez’deki monarşileri yıkmaya yönelik eylemlere dönüşmeye başladı. Ve bir an evvel rotayı değiştirmek istediler. Sonra IŞİD’in de ortaya çıkmasıyla birlikte Körfez ülkeleri, İslam ve siyaset ilişkisine çok farklı bakmaya başladı.”
‘Ortadoğu’da, özellikle Körfez’de milliyetçilik dönemine girdik’
Çınkara, Ortadoğu’da Amerikan stratejisinin yol açtığı dönüşümlerin gelip dayandığı noktada, başını Suudi Arabistan’daki veliaht prens Muhammed Bin Salman’ın çektiği, ‘ümmetçilik yerine kendi devlet ve kimliklerini güçlendirmeyi seçen’ bir yönelim görüyor. Çınkara, özellikle Körfez’de bir ‘milliyetçilik dönemine’ girildiği görüşünde:
“İşte Suudi veliaht prensi Muhammed bin Selman, tam bu büyük dönüşümün yarattığı siyasi bir figür. Aslında süreç, Muhammed bin Selman’ı yükseltti. Bu yeni sürecin uyumlu bir eliti. Yeni Suudi Arabistan’ı, milliyetçiliği ve Suudi ulus devleti güçlendirme eğilimini gösteren birisi. Körfez ülkeleri şu anda tam da bunu istiyorlar. Yani kendi devletlerini ve kimliklerini güçlendirmek ve bu kimliklerin karşısında ulusüstü, yani ümmetçilik gibi fikirleri dışlama eğilimindeler. Biliyorsunuz zaten hem BAE hem Suudi Arabistan, İhvan-ı Müslimin’i ‘terör örgütü’ olarak ilan etti. Ulusal güvenlik tehdidi olarak görüyorlar. Suriye için de İhvan’ın farklı bir pozisyonda olduğunu söyleyebiliriz. Yani benzer olayların tam ortasında yer aldı. Şu anda Ortadoğu’da, özellikle Körfez’de milliyetçilik dönemine girdik. Bu Suudi Arabistan’ı hem Rusya’ya hem de Çin’e yaklaştırıyor. Bu İsrail’de de gördüğümüz temel bir strateji. Suudi Arabistan ve BAE’de de var bu.”
‘Suudiler benim anladığım kadarıyla küresel anlamda oyuncu olmak istiyorlar’
Ulusal çıkarlara dayalı bir şekilde siyaset izleyen Suudi Arabistan’ın ilk etapta ekonomik ve ticari ilişkiler yoluyla Rusya ve Çin ile yakınlaştığını anımsatan Gökhan Çınkara, Ukrayna krizinde Rusya karşıtı tavır alınmamasına atıfta bulundu. Çınkara, aynı şekilde İran ve Suudi Arabistan arasındaki barışı Çin’in sağlamasının ABD’yi dahi şaşırttığını vurguladı:
“Şunun altını çizelim: Ukrayna meselesinde Körfez ülkeleri, Rusya’ya yönelik herhangi bir kınama mesajı yayınlamadılar. Her ne kadar ABD ile araları iyi olsa da, Rusya ile olan ilişkilerini de korumak ve geliştirmek istiyorlar. Suudi Arabistan ve Rusya arasındaki ilişkiler tabii OPEC+ açısından da değerlendirilebilir. Suudiler benim anladığım kadarıyla küresel anlamda oyuncu olmak istiyorlar. Bunun için de Rusya, Hindistan ve Çin ile ilişkilerin çok önemli olduğunun farkındalar ve bu üç ülkeyle de ilişkilerini geliştiriyorlar. Tabii şu anda ilişkiler daha çok ekonomik açıdan gelişiyor. Henüz ABD’nin manevra alanını daraltan adımlar atılmıyor. Tabii son olarak Suudi Arabistan ve İran arasındaki arabulucunun Çin olması, ABD’yi de şaşırttı.”
‘Artık devletler ufak ideolojik farklar sebebiyle arasını bozmuyor’
Çınkara, Ukrayna krizi sonrası uluslararası platformlara da yansıyan ülkelerinin ulusal çıkarlarını önceleyen görünümün altını çizdi. En son G-20 zirvesinde Hindistan öncülüğünde ortaya atılan yeni koridor tartışmalarına atıfta bulunan Çınkara, arkasında ABD’nin hissedildiği bu girişimde Suudi Arabistan’ın dengeleri gözeten tutumuna dikkat çekti. Çınkara, Çin ile ilişkilerde Uygur yahut Hindistan ile ilişkilerde Keşmir gibi faktörleri dışlayan bu yeni tutumun ‘İslamcı politikaların’ da sonu anlamına geldiği görüşünde:
“Suudi Arabistan şu anda çok ilginç bir şekilde İsrail ile de ilişkilerini başta ekonomi olmak üzere geliştirmeye başladı. G-20 zirvesindeki yeni ticaret yolu da bunun bir göstergesi olsa gerek. Türkiye’de tam manasıyla anlaşılmıyor. Ben bu son koridor meselesini Suudi Arabistan-BAE-İsrail arasında ticaret merkezli yeni iş birliği ve bağımlılık yaratma konusunda ABD’nin bir hamlesi olduğunu düşünüyorum. Çünkü ticaret hacminize göre karşı tarafla ilişkilerinizde de o kadar hassaslaşıyorsunuz. Türkiye-Rusya veya Türkiye ve Çin ilişkilerinde olduğu gibi. Bu ilişkilerin son dönemde stabil olmasının sebebi derinleşen ekonomik şartlar. Artık devletler ufak ideolojik farklar sebebiyle arasını bozmuyor. Çin ile ilişkilerinde Suudiler, Körfez ülkeleri Uygur meselesini hiç gündeme getirmiyor. Hindistan ile ilişkilerinde ise Keşmir meselesini gündeme almıyorlar. Yani ihtilaflı konulardan uzak duruyorlar. Bu bir nevi şunu ifade ediyor: Bu Körfez ülkeleri artık İslamcı bir politika izlemiyor. Artık temel yaklaşımları kendi ulusal menfaatleriyle ilgili. Artık Pakistanlıların dertleri kendi dertleriymiş gibi hassasiyet geliştirmek istemiyorlar. Bu da Ortadoğu için yeni bir gerçeklik. Kaynaklarını artık daha ‘ulvi’ amaçlar için harcamak istemiyorlar.
Müdahalecilik bence Ortadoğu ülkeleri açısından temel bir dış politika olmaktan çıktı. Artık daha iç reformlara, kendi devlet kapasitelerini geliştirmeye odaklandılar. Bu artık bir nevi Ortadoğu’da milliyetçilik çağına girmek demek. Ama bu 1950’lerdeki nasyonalizm veya Arap Baas milliyetçiliği gibi değil. Her devletin ve oranın vatandaşlarının kendi menfaatlerini baz alan, ABD’de veya Rusya’da gördüğümüz gibi bir milliyetçilik.”
‘Türkiye’nin Libya konusunda tabii Mısır ile anlaşmazlığının da hızla çözüleceğini düşünüyorum’
Ortadoğu’daki dönüşümler, bölge ile ilişkileri neredeyse kesilen Türk dış politikasında da son birkaç yılda etkiler yaratmışken, bunların başında Mısır’la ilişkiler geliyor. Son bir yılda doğrudan liderlik düzeyinde kurulan temaslar artar, elçilikler atanırken, son örneği G-20 zirvesinde iki ülke cumhurbaşkanlarının yüz yüze görüşmesi oldu. Çınkara, Kahire ile İhvan sürgünleri meselesinin tamamen çözüleceği, Libya temelinde uzlaşmanın da hızlanacağı görüşünde:
“Şunun altını çizmek gerekir: Sisi iktidara geçtikten sonra İhvan-ı Müslimin hareketinin yöneticileri ve önde gelen isimleri Türkiye’ye geldi. Diğer Arap ülkeleri onları istemediği, illegal ilan ettiği için rahat nefes alabilecekleri tek yer Türkiye’ydi. İmkanı olmayanlar da Sudan’a geçti. Mısır ve Sudan ile vize serbestliği olduğu için öyle yaptılar. Türkiye’de İstanbul ve Ankara’da yoğunlaştılar. On yıldır sosyalleşme içine girdiler, kanallar kurdular. Epey bir kısmı kapandı. Bir kısmı Londra’ya taşındı. Katar da Mısır ile ilişkilerini yoğunlaştırınca, oradakiler de Türkiye’ye geldi.
İhvan liderleri şu anda sıkışmış halde. Siyasete baktığımızda Sisi de kendi açısından bir açılım politikası güdüyor. Bazı aktivistleri affetti. Ama tabii bazılarını da soruşturmaya devam ediyorlar. Suçlardan arananlar var, iade edilmesini istiyorlar. Türkiye ve Mısır ilişkilerinde bu nokta önemli. İhvan-ı Müslim’in hareketinin Türkiye’de geleceğinin oldukça kısıtlanacağını düşünüyorum. Kalanlar olabilir ama çoğunun Türkiye’de eskisi gibi nüfuzu, faaliyeti olacağını düşünmüyorum. Bir kısmı iade ediliyor. Çünkü BAE ve Türkiye ilişkileri arasındaki gelişim, olaya bambaşka bir boyut katıyor.
Türkiye’nin şu anda ilişkilerini yoğunlaştırdığı ülkeler Mısır, Suudi Arabistan ve BAE. Libya konusunda tabii Mısır ile anlaşmazlığın da hızla çözüleceğini düşünüyorum. Sudan konusunda mesela Türkiye ve Mısır aynı düşünüyor. Sudan ortaklaşa çalışılacak alan. Doğu Akdeniz konusunda da ortak politika izlenebilir.
Suriye konusunda, işte bence Türkiye'nin bütün şeyleri oraya gelip dayanıyor. Yani Suriye, Arap dosyasının uzantısı mı olacak yoksa Türkiye-İran-Rusya arasındaki bir anlaşmazlık söz konusu mu? Benim anladığım kadarıyla Körfez ülkeleri, çok da taraf olmak istemiyorlar. Zaten Suriye konusunda en kritik önem taşıyan ülkeler Rusya ve İran.”