YAŞAM

Zihni Göktay: Yaradan, insanlar azdıkça 'Kendinize gelin' mahiyetinde önümüze birtakım şeyler çıkarıyor

Usta oyuncu Zihni Göktay, yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgınıyla ilgili olarak "Yaradan, insanlar azdıkça 'Kendinize gelin' mahiyetinde önümüze birtakım şeyler çıkarıyor" ifadesini kullandı.
Sitede oku

Usta oyuncu ZihniGöktay, yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgınının etkileriyle ilgili olarak Türkiye gazetesinden Murat Öztekin'in sorularını yanıtladı.

Göktay, "Dünya, koronavirüs salgınıyla enteresan bir zamandan diliminden geçiyor. Sizin karantina günleriniz nasıl geçiyor?" sorusuna "Sabreden zafer kazanır. Sabretmek durumundayız. Kırk gündür hanımla birlikte evdeyim. Sağ olsunlar çocuklarım ihtiyaçlarımı getiriyor. İhmal ettiğim şeyleri okumaya çalışıyorum. Aynı anda üç kitaba devam ediyorum. Otobiyografik kitaplara, klasik eserlere ve eski tiyatro eserlerine bakıyorum" yanıtını verdi.

Sohbetin devamında Öztekin'in yönelttiği sorular ve Göktay'ın bunlara verdiği yanıtlar şöyle:

- Bir sanatçı olarak salgın size ne düşündürüyor?

Ben Cenab-ı Hakk’ın bizi ikaz ettiğini düşünüyorum. Nasıl, zamanında Pompei olayı oldu!.. Ben böyle şeylere inanırım. Yaradan, insanlar azdıkça 'Kendinize gelin' mahiyetinde önümüze birtakım şeyler çıkarıyor.

- Mazide bugünleri hatırlatan şeyler yaşamış mıydınız?

Eski salgınları dinledik ama yaşamadık. Tabii, bugünler sokağa çıkmama bakımından bana biraz ihtilal zamanlarını da hatırlattı. Ama ihtilal günlerinde bile tiyatro yapmıştık. Koronavirüs yüzünden 57 senelik meslek hayatımda ilk defa sahnelerden bu kadar uzak kaldım.

- Nasıl tiyatro yaptınız ihtilal günlerinde?

12 Mart 1971 Muhtırası’nda Ankara Meydan Sahnesinde oyuncuydum. Tabii, o zaman gece belirli bir saatten sonra sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti. Oyun saatlerini öne çektik, tiyatro inkıtaa uğramadı. 12 Eylül döneminde de yine gece sokağa çıkma yasağı ilan edildi ama Şehir Tiyatroları olarak oyunları akşam oynadık.

- Sosyal izolasyon olmasa yine sahnelerde olacaktınız. Bu azmin arkasında ne var?

Benim üç maddelik kendi anayasam var: İşini, eşini, aşını seveceksin... Ben on beş yaşındayken işimi özgürce seçtim, eşimi de çok seviyorum. Bu ikisini doğru seçince aşın da geliyor. Bu yüzden hiç bıkmadım…

- Tiyatroya Gülhane’de aşık olmuşsunuz galiba...

Ben Dersaadet doğumluyum. Tarihî Yarımada’da büyüdüm. Gülhane Parkı en yakın eğlence alanımızdı. O zamanlar eski tramvaylarımızla Gülhane Parkı’ndaki Şark Kıraathanesine giderdik. Orada İsmail Dümbüllü ve arkadaşları orta oyunu oynardı. Semaverde çayımızı içer, seyrederdik. Babam da Darülbedayi’nin oyunlarına götürdü. Bunlar beni etkiledi. Tiyatrocu olarak ayaklarımın üstünde durayım diye 18 yaşımda İstanbul’dan Ankara’ya gittim. Meydan Sahnesinde vazife aldım.

- İstanbul’a, Darülbedayi’ye yolunuz tekrar nasıl düştü?

Meydan Sahnesi kapandı, ben de İstanbul’a gelerek Şehir Tiyatrolarında figüran oldum. Muhsin Ertuğrul, altı ay sonra beni kadroya aldı. O günden beri tiyatroya hiç ara vermedim. Beni boşta kalmak çok sıkar. Yazın bile kendimi sudan çıkmış balık gibi hissederim. Zaten hep insanların arasındayım.

- Sahnelerdeki meşhur doğaçlama kabiliyetiniz de buradan mı besleniyor?

Hudayinabit dediğimiz, Allah vergisi bir olaydır bu... Yapan yapar, yapamayana da kötü sanatçı denmez. Övünmek gibi olmasın zeka meselesidir de...

- Sahnede tuluat yapmak hiç sıkıntı açtı mı size?

Tabii. Mesela 'Resimli Osmanlı Tarihi'nin bir temsilinde 'kör müsün' gibi bir söz kullandım. Oyunun sonunda bir seyirci beni bekledi, meğer görme engelliymiş. Bana kibarca 'Sizi üç saat boyunca çok güzel dinledim' dedi. Başıma sehven böyle şeyler geldi. Şimdilerde bazen yer göstericilere, içeride engelli var mı diye sorarım. Sırf gülünsün diye de bir laf etmem, güldürebilmek için anlamlı şeyler söylemek lazım.

- Sinemada da birçok komedi filminde rol aldınız. Tiyatro ile sinema mukayese edilir mi?

Ben mukayese etmem. Tamam, sinema yedinci sanat, yapılsın. Fakat sinema rejisörlük ve montaj sanatıdır. Oyuncu ağlatılır, 'olmadı' denip tekrar tekrar çekilir, kesilir, biçilir. Sonra sana gayet güzel yutturulur. Tiyatroda illüzyon yok, hayatın gerçek aynası. Ama şimdi her konuşan tiyatrocu oluyor. Azıcık bulguru salça ile yuvarlayan 'meşhur çiğ köfteci' diye anılıyor. 1980’de kurulmuş mekana 'tarihi bilmem ne diye' yazılıyor.

- Peki, yerli dizileri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Artık dizilerde metrekareye beş ceset düşüyor. Sabahtan akşama kadar 'kadına şiddet' diyerek feministlik üzerine program yapıyorlar ama akşam prime time’da ilk dövülen, kadın oluyor. Metres ilişkileri, yasak aşklar, şunlar bunlar... Ben sansüre karşıyım ama böyle diziler makaslanmalı, Türk halkının sosyal yapısını bozuyorlar.

- Türkiye’de tiyatro giden kişi sayısı son yıllarda çok yükseldi. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?

Çok iyi bir gelişme olarak yorumluyorum. Ama belirli şehirlere mahsus olmamalı.

- Bir konuşmanızda 'Tiyatromuz Batı’nın ileri karakolu değil' dediniz...

Evet dedim. Kırk sene evvel Küçük Sahne’de bir oturum vardı. Ben de dinleyici olarak katılmıştım. Royal Akademi’de şöyle, Polonya tiyatrosunda böyle diye konuşuluyordu. Orta oyunu ve Karagöz iğrenç bir şeymiş gibi ağza alınmıyordu. Birden beni bir şey dürttü. Ben Türk’üm ya, bana Türk tiyatrosundan bahsetsene sen kardeşim. Benim bir sorum var deyip 'Türk tiyatrosu Batı’nın ileri karakolu mudur?' diye seslendim. O kadar hiddetlendiler ki, neredeyse beni kovalayacaklardı. Korumak lazım kendimizi, her şey Batı’dan mı geliyor yani?..

- Peki, bu hayattan öğrendiğiniz en mühim şey ne oldu?

Hayat bana her hatanın bir tecrübe olduğunu öğretti. Ama ilk yapılan yanlış hatadır, ikincisi aptallıktır. Bunun yanında insan tanımayı öğrendim. Bir insana bakıp, 10 dakika konuştuğumda anlıyorum onu.

- Ramazana bu sene tecritte merhaba dedik. Sizin zihninizde kalan eski ramazanlar nasıldı?

Dersaadet’te ramazanlar dolu dolu yaşanırdı. İki katlı kagir evlere yaşardık, yemekler günlük yapılırdı. Herkes ayağını yorganına göre uzatırdı. Yardımlaşma vardı; bir evden kızartma kokusu gelse her yere dağılırdı. Komşu hakkı, göz hakkı düşünülür 'Size de kokmuştur' denilerek yemekler etrafa ikram olunurdu. İstanbul’un meyve sebzesi kendi kendine yetiyor, dışarıdan pek bir şey gelmiyordu.

Sonra, mahyalar yağ kandilleriyle kurulurdu. Ezanlar da hoparlörle değil, çıplak sesle okunurdu. Müezzin bizzat minarenin şerefesine çıkar elini şakağına koyardı. Mekanik ve elektronik hiçbir şey yoktu. Zaten Bilal-i Habeşi de mikrofondan okumadı ki... Tabii şimdi metropolde bu şekilde oldu.

Yorum yaz