EKSEN

‘Batı ile çıkarlar üzerinden araçsallaştırılmış ilişkilerde kopuş olasılığı yüksek’

Doç. Burak Bilgehan Özpek’e göre Türkiye kendi içindeki ‘yapısal dönüşümle’ yol ayrımına geldi. Erdoğan yönetiminin dış politikadaki savrulmalarının meselenin artık devletin kurumsal stratejik önceliklerinden çıkıp bir siyasi partinin ikbaline bağlanmasına bağlayan Özpek bu koşullarda salt çıkarlar için araçsallaştırılmış Batı ile ilişkilerde kopuş olasılığını yüksek görüyor.
Sitede oku

Uluslararası düzende sarsılmalar eşliğinde Türkiye’nin komşuları, büyük güçler ve Batı ile ilişkilerindeki krizlerin derinleşmesi tartışma konusu. ABD ve AB ile ilişkilerde önemli sorunlar yaşayan Ankara’daki politika yapıcıları, Suriye/İdlib üzerinden Rusya ile sıkıntılardan kurtulamazken, Doğu Akdeniz, Ege ve Karadeniz hattında da hemen tüm komşularla kriz halinde.

Eski Kıbrıs Dışişleri Bakanı Rolandis: Erdoğan oyunu akıllıca oynuyor, Türkiye'yi kim durdurabilir ki?
Türk dış politikasının sıkıntılı başlıklarını ve görünümünü TOBB Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Görevlisi Doç. Dr. Burak Bilgehan Özpek ile konuştuk.

‘DIŞ POLİTİKA SAVRULMALARI BİR SİYASİ PARTİNİN İKBALİNE BAĞLANMASINDAN’

Doç. Burak Bilgehan Özpek’e göre Türkiye yönetici kadrosu eşliğinde Ortadoğu’nun ritmine ayak uydurmuş bir oyuncuyken kendi içinde yaşadığı ‘yapısal dönüşüm’ nedeniyle yol ayrımına geldiği görüşünde. Erdoğan iktidarında dış politika başlıklarının iç politika ve iç güvenlik meselesi haline getirildiğini belirten Özpek, son sekiz yıldaki Suriye politikasında izlenen durumu örnek gösterdi. Rusya Federasyonu ve İran gibi ülkelerin dış politikaları konusunda herkesin bir fikri olabileceğini ancak Türkiye’de bu durumun artık geçerli olmadığını belirten Özpek, meselenin artık devletin kurumsal stratejik önceliklerinden çıkarak bir siyasi partinin kendi ikbaline bağlanmasının bu savrulmaları yarattığı görüşünü dile getirdi:

'Rusya, Ankara'ya esnek yaklaştı ama artık İdlib sorunun çözümü gerekiyor'
“Ortadoğu’da sıcak günler yaşanıyor ve hep böyleydi aslında, bu yeni olan bir şey değil. Fakat bu sıcaklığı algılama meselesi çok önemli. İnsanın vücut ısısı muhatap olduğu sıcaklığı farklı algılamasına neden olabilir. Türkiye’nin vücut ısısı çok hızlı değişiyor, düşüyor veya artıyor, dolayısıyla bu sıcaklıklardan çok dramatik şekilde etkileniyor. Mesela Rus veya Amerikan dış politikası için Ortadoğu’daki gelişmeler vaka-i adiyeden belli bir ritim içinde gerçekleşen uluslararası ilişkilerin olağan mevzuları aslında, buna karşı da tepkiler geliştiriyorlar. Herhangi bir modern devlet bu şekilde tepki geliştiriyor. Ortadoğu’da modern devlet olmayan daha kişiselleşmiş yapılarda bu kültürün içinde var oldukları için buna göre tepkiler veriyorlar. Türkiye’nin aslında konumlanma gibi bir sorunu çıktı son senelerde, kendini tanımlanma gibi bir sorunu ortaya çıktı. Dolayısıyla Ortadoğu’yu algılama biçimi değişti. Algılama biçimi değiştiği için de Ortadoğu’daki sıcaklığı çok yakından hissetmeye başladı. Bu teknik özerk bir alan olmaktan çıktı, dış politikanın alanı olmaktan çıktı. Türkiye’de böyle bir dış politika alanı görmeye çok alışkındık. Milli Güvenlik Kurulu mesela AK Parti’den önce dış politika mevzularını o kadar da fazla iç güvenlik ya da iç politika meselesi haline getirmezdi. Teknik bir kadro bu tip müzakereleri yürütür, Türkiye’nin güvenlik çerçevesi tanımlanır ve buna göre hamleler yapılırdı. Genel itibariyle ihtiyatlı bir eğilim ortaya çıkardı ve bu yüzden Türkiye de aslında Ortadoğu ritmine ayak uydurmuş bir oyuncuydu. Bu çok dramatik bir hadise haline gelmezdi, biz devamlı bir yol ayrımı içinde olmazdık. Ama şu anda Türkiye devamlı yeni oyun kuruyor ve devamlı bir yol ayırımı stresi yaşıyor. Bu başlı başına analiz edilmeyi hak eden bir durum. Bunun asıl sebeplerinden bir tanesi Türkiye’nin kendi içinde yaşadığı yapısal dönüşüm. Gerek milli güvenlik çerçevesinde tanımlama süreçleri gerekse tanımlayan aktörler son 10 sene içinde ciddi oranda değişti ve bu değişiklik maalesef Milli Güvenlik Kurulu’nun yerine daha demokratik daha kapsayıcı ve daha kurumsal yapılar ortaya konulmadığı için kişiselleşti. Kişiselleşmesinin de asıl problemi şurada. Milli Güvenlik Kurulu zamanında yapılan güvenlik tanımlamalarının çok demokratik olduğunu iddia etmiyorum. Milli Güvenlik Kurulu meşruluğunu halkın oyunda arayan bir yapı değildi, demokratik değildi ve meşruluğunu halka soran, halkın popüler desteği sayesinde politikalarının meşru olduğuna inana veya savunan bir yapı değildi. Bu antidemokratiktir ama aynı zamanda biraz tutarlıdır, mantıklıdır. Orada mesele halkın bu politikaları desteklemesi değil. Bu politikalar sayesinde iç politikadaki rakipleri elimine etme, sindirme, bastırma imkânının doğmuş olması. Çünkü aynı halk kitlesinin Astana sürecini de alkışladığı, ‘Esad gitsin’ söylemlerini de alkışladığı bir durum yaşıyoruz. Buradaki mesele devlet elitinin veya resmi söylemin muhaliflere karşı takındığı tutum ve o tavrın dış politikadan çok etkilenmesi. 2011’den 2019’a kadar sekiz sene içinde neredeyse dalgalı, tutarsız ve savrulan bir Suriye politikası izliyoruz. Gelecek ay Suriye’de Türkiye’nin tavrı ne olacak hiçbirimizin bir fikri yok. Mesela Rusya’nın dış politikası hakkında bir fikrim var. İran’ın dış politikası ve öncelikleri hakkında bir fikrim var. Fakat Türkiye’nin stratejik öncelikleri bir kurumsal devletin stratejik önceliklerinden ziyade bir siyasi partinin siyasi ikbalinden daha fazla etkileniyor. Dolayısıyla bu savrulmaları yaşıyoruz.”

‘GÜNÜN SONUNDA ERDOĞAN KİŞİSEL DİPLOMASİ İLE ÇÖZER DIŞINDA BİR YAKLAŞIM SUNAMIYORLAR…’

Ankara’da ‘AB’yi biraz oyalarsak ve çok fazla tepki almazsak seçimlerden sonra liderin iradesi ve kişisel politika yürütme kapasitesiyle işleri yoluna koyarız’ türü görüşlerin hakim hale geldiğini dile getiren Özpek’e göre, Batı’da kurumsal demokrasilerin sonunu getirmekte olan popülist dönüşümler Türkiye gibi kuvvetli olmayan ülkelerde dış politikada savrulmaya sebep oluyor:

Çavuşoğlu, AB-Türkiye ilişkilerini Politico'ya değerledirdi: Haydi Türkiye'nin AB üyeliğini yeniden rayına oturtalım
“Dış politikanın her alanında bunu görüyoruz. Avrupa Birliği’ni seçimlere kadar biraz oyalarsak çok fazla oradan tepki almazsak, bir şekilde seçimlerden sonra liderin iradesi ve kişisel politika yürütme kapasitesiyle işleri yoluna sokarız gibi bir anlayış hakim oldu. AK Parti’nin seçim bildirgelerinde de görüyoruz bunu. Kurulduğu yıllarda evrensel değerlere, kurumlara ve yapısal reformlara ağırlık veren bir söylem varken, ilerleyen yıllarda tamamıyla bütün politikaların liderin şahsına havale edildiği, liderin öngörüsüne, bilgeliğine duyulan güvenin vurgulandığı bir dile dönüştü. AK Parti’yi savunan akademisyenleri de görüyoruz. Günün sonunda ortaya koydukları ‘Erdoğan kişisel diplomasi ve siyaset yürütme kapasitesi sayesinde bu sorunların hepsini çözecektir’ önermesi dışında bir şey sunamıyorlar. Kişiselleşme tam olarak böyle bir şey. Popülist dalga yükseliyor, aşırı sağ yükseliyor ve liberal demokrasileri ziyadesiyle tehdit ediyor. Fakat tehdit ettiği başka bir olgu var. Batıda gelişen kurumsal devlet anlayışını tehdit ediyor. Bu kurumsal devlet anlayışı kuvvetli olmayan ülkeler dış politikada savruluyorlar. Türkiye-Rusya meselesini çok anlamlı buluyorum. İki rejimi de aynı kategoriye sokmanın çok mantıklı olduğu kanaatinde değilim. Rus rejimi evrensel olarak demokratik olmayabilir fakat popülist olarak tanımlanamaz. Çünkü o ülkedeki kurumlar, karar alma mekanizmaları ve stratejik öncelikler aslında kişilerin kendi iradesi, bilgeliğinden bağımsız şekilde belirlenmektedir. Türkiye, Macaristan, Polonya gibi ülkelerde devlet kurumsallığı çok büyük bir şekilde sorun yaşıyor. Dolayısıyla kişisel liderler ülkelerin dış politikasını savrulmalara maruz bırakıyorlar. Trump’ın da dış politikada eğer kendi siyasi ikbali için karar alması gerekseydi ve Amerikan kurumları buna direnmeseydi, muhtemelen çok daha büyük savrulmalar görecektik. Fakat Amerikan kurumları bir adamın ya da seçilmiş liderin karar almaması üzerine kurulduğu için aslında Trump’ın dış politika yapma alanını sınırlandıran yapılar mevcut. Bu da Amerika Birleşik Devletleri’nin aslında savrulmasına mani oluyor. Bir tweet’le bütün güçlerini Suriye’den çekeceğini söyledi Trump fakat daha sonra kurumların araya girmesi ve bir şekilde bu karardan geri atılması ya da yumuşatılması gibi bir durumu gördük. Şimdi devlet yapısı, bürokratik hiyerarşi, kurumlar ve yasal çerçevenin kuvvetli olduğu ülkelerde bu savrulmalar olmuyor, demokrasilerden bağımsız söylüyorum. Fakat bu kurumları ihlal eden, her kurumu kişiye bağlayan ülkeler dış politikada maalesef savrulma yaşıyor. Bizim de Türkiye’nin de Ortadoğu’da yaşadığı savrulma tam olarak böyle bir şey. O yüzden ben MGK ile günümüzü kıyaslıyorum. MGK’dan sonra murat edilen ya da olması gereken şey kişisel bir rejimin olmasından ziyade ya da kişinin iradesine, bilgeliğine, öngörüsüne bağlı bir rejimin olmasından ziyade daha güçlü demokratik kurumları oluşturmaktı. Biz bunu yapamadığımız için şu anda MGK döneminden bile daha kötü durumdayız. Bununla beraber dış politikada daha büyük savrulmalar yaşıyoruz.”

‘BATI İLE TAHMİN EDİLMEYEN BİR KOPUŞ YAŞANMA OLASILIĞI YÜKSEK’

AB Komisyonu, Türkiye beklentilerini aşağı yönlü revize etti
AB ve ABD’nin Erdoğan yönetimini ‘demokrasi için değil kendi ulusal çıkarları için’ desteklediklerini belirten Özpek’e göre, Adalet ve Kalkınma Partisi de Batı ile ilişkilerini Türkiye içindeki iktidar tekelini tesis etmek için kullandı. “Onların içinde demokratikleşme veya reform yapma gibi idealist damar yoktu. Onlar da AB’yi araçsallaştırdılar” diyen Özpek, bugün bu ‘araçsallaştırmanın’ göçmen krizi gibi örnekler üzerinden devam ettiğini vurguladı. Ankara’daki iktidar ile Batı arasında çıkarların ötesinde değerler üzerinden tanımlanabilecek bir ilişkinin de artık kalmadığını belirten Özpek, AKP’nin Batı ile tahmin edilmeyen bir kopuş yaşanma olasılığının da yüksek olduğu değerlendirmesini yaptı:

ABD Temsilciler Meclisi üyeleri: Türkiye, S-400 alımıyla F-35 programında kalmak arasında bir seçim yapmak zorunda
“Batı, AK Parti’yi destekledi ve demokratik geçiş sürecine dair ergen söylemlere de sahip çıktı. Bu çok hatalıydı. Geçtiğimiz aylarda Hollanda’da popülizm üzerine yapılan bir toplantıya katıldım, Avrupalı akademisyenler vardı. Herkesin sorduğu soru; AK Parti’yi desteklerken Avrupa Birliği ne düşünüyordu, nasıl bir şey bekliyordu? Geçmişe yönelik bir analiz yapıldığı zaman meselenin bangır bangır geldiği ortada. Medya özgürlüğünü ihlal etmeye AK Parti 2013’ten sonra başlamadı, 2006’larda başladı. Kamu ihale kanunu 2003’ten bu yana değiştirmeye başladı. Çok temel indikatörler Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Türkiye’yi demokratikleştirmekten ziyade gücü tekelleştirme gibi bir projesi olduğunu zaten söylüyordu. Bunu göre göre Avrupa Birliği’nin Adalet ve Kalkınma Partisi’ni desteklemesi demokrasi ile açıklanamaz, ulusal çıkarlar gibi kavramlarla açıklanabilir. Adalet ve Kalkınma Partisi de burada çok nesne durumunda değil, onlar da aynı zamanda Türkiye içindeki iktidarlarını kuvvetlendirmek için Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’ni araçsallaştırdılar. Onların da içinde demokratikleşme veya reform yapma gibi idealist bir damar yoktu. Onlar da Avrupa Birliği’ni araçsallaştırdılar. Aradaki ilişki aslında başından beri öyle zannedildiği gibi bir demokratikleşme hikayesi değildi, tarafların birbirini araçsallaştırdığı ve bu şekilde belki dönüştürebileceğini düşündükleri fakat bunda başarısız oldukları şu anda da son derece müstehcen ve kaba bir şekilde bu araçsallaştırmanın devam ettiği bir yönde ilerliyor. Türkiye göçmenleri tutuyor, AB çok fazla ses etmiyor. Günü sonunda Avrupa Birliği’ni Avrupa Birliği yapan evrensel değerler ile Türkiye’nin alakasının kalmadığını görüyoruz. Buna bir de gümrük birliğini ekliyorum. Türkiye’nin gümrük birliği ile de pratik olarak alakası kalmamış durumda. Genişletilmiş bir ticari anlaşmaya dönen bir gümrük birliğinden bahsediyoruz. Dolayısıyla Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerin çıkar temelli ve bu çıkarlar uyuştuğu sürece devam etmesi temelli ilerlemesi bence Türkiye’deki hükümetin son derece memnun olduğu bir şey. Bunlar farklılaştığı anda Türkiye ile batı bloğunu bir arada tutan herhangi bir kanal kaldığını düşünmüyorum çok rahatlıkla da gözden çıkarılabilir. Fakat bunun riski şudur. Bizim Ankara’daki karar alıcılar, onların ‘think tankleri’, analiz yapan akademisyenleri ve siyasetçiler zannediyorlar ki bir kutuptan başka bir kutba gitmek çok kolay bir hadisedir. Yani batıdan ayrıldığınız zaman orada kollarını açmış sizi bekleyen bir Rusya var ve çok rahat bir şekilde bir bloktan başka bir bloka geçmeniz çok kolay gibi bir zan içerisindeler, böyle bir şey yok. iç politikada benim gördüğüm, 7 Haziran’dan sonra Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yeni müttefiklerle devam ettiği, bu müttefiklerin de Amerika Birleşik Devletleri’nin Ortadoğu politikasına çok sıcak bakmadığı. Yani Adalet ve Kalkınma Partisi, batı ile tekrar ilişki kurmak istiyor ise kendi içinde onu iktidarda tutan müttefikleriyle bozuşmayı göze almak zorunda. Şu anda ben AKP’nin böyle bir tavır içinde girebileceğini zannetmiyorum. İçeride AKP’yi denetleyen çok daha farklı milliyetçi, ulusalcı, Avrasyacı müttefikleri var, bu müttefikler AKP’ye sadece Amerika Birleşik Devletleri’nin Ortadoğu projesine karşı çıktığı sürece destek verirler diye düşünüyorum. O yüzden Adalet ve Kalkınma Partisi istese bile politika yapma alanının daraldığını ve dolayısıyla Batı ile ilişkilerde tahmin edilmemiş bir kopuş yaşanabileceğini, bunun kuvvetli bir ihtimal olduğunu düşünüyorum.”

Yorum yaz