GÜNDEM DIŞI

'Baskı altında olan toplumlarda her zaman distopyaya bir yönelim olur'

Distopya edebiyatının dört temel kitabından biri olarak kabul edilen ‘Fahrenheit 451'in Türkçe editörü Alican Saygı Ortanca, "Baskı altında olan toplumlarda her zaman distopyaya bir yönelim olur. Fahrenheit 451 de bu anlamda halen popüler" ifadelerini kullandı.
Sitede oku

ABD'de sinemalar, Trump'a tepki olarak '1984' filmini gösterime sunuyor
Ray Bradbury'nin 1953'te yayınlamasından sonra dünyanın en önemli bilim kurgu kitapları arasında kabul edilen ‘Fahrenheit 451'in Türkçe editörü Alican Saygı Ortanca, kitabın aynı ismi taşıyan filminin bu hafta ABD'de gösterime girmesi sebebiyle Gündem Dışı'nda Serhat Sarısözen'e değerlendirmelerde bulundu.

‘Hugo En İyi Roman Ödülü' ve ‘Prometheus Şeref Kürsüsü Ödülü' alan Fahrenheit 451'de kitap okumanın, hatta evinizde kitap bulundurmanın suç olduğu bir dönem anlatılıyor. İtfaiyeciler, kitapta yangın söndürmek için değil, yangın çıkarmak için görev alıyor. Kitap, ilk olarak 1966'de François Truffaut tarafından filme çekildikten sonra, 2018'de Ramin Bahrani yönetmenliğinde yeniden çekildi.

'DÖNEMİN SİYASİ YAPISINDAN BAĞIMSIZ DÜŞÜNÜLMEMELİ'

Yayımlandığı anda klasikleşen, distopya edebiyatının dört temel kitabından biri olarak kabul edilen Fahrenheit 451 için kitabın Türkçe editörü Alican Saygı Ortanca, "Fahrenheit 451, ABD'den çıkan bir kitap. O dönemin siyasi yapısı çok farklıydı. Çünkü 2. Dünya Savaşı bittikten sonra, ‘Biz nereye gidiyoruz?' korkusuyla yazılmış bir roman. O açıdan dönemin siyasi yapısından bağımsız düşünmek pek mümkün değil" dedi.

"Bradbury, Fahrenheit 451'i, UCLA Powell Kütüphanesi'nde, bodrumda saatlik olarak, yan tarafındaki kutuya bozuk para atmak suretiyle kiralanabilen daktilolarda yazdı. Kitabı bitirdikten sonra, kitabın kaç derecede yanmaya başladığını merak etti. Los Angeles İtfaiye Teşkilatı'nı arayıp, kâğıdın kaç derecede yandığını sordu, ‘Fahrenheit 451' cevabını aldıktan sonra, kelimeleri ters çevirerek kitabına Fahrenheit 451 ismini verdi."

Bradbury'nin en büyük korkusunun kitapların okunmaması olduğunu vurgulayan Ortanca, "Fahrenheit 451'de, insanların artık kitap okumayı bıraktığını, teknolojinin yükselmesiyle kitaplara olan ilginin azaldığını görüyoruz. Günümüzde de durum çok farklı değil, insanlar kitaplardan uzaklaşıyor. Fahrenheit 451'de, kitapların yakılması devletin gövde gösterisi olarak görülüyor. O dönemdeki siyasi durum düşünüldüğünde, böyle bir korku karşısında Bradbury de bu eseri yazdı. Nitekim 30 sene önce de Türkiye, kitapların yakıldığı bir ülkeydi. Baskı altında olan toplumlarda her zaman distopyaya bir yönelim olur. Fahrenheit 451 de bu anlamda halen popüler" diye konuştu.

Yazar Sakman: Yazının kadını ve erkeği olur
RS FM'de yayınlanan Serhat Sarısözen ile Gündem Dışı programına katılan yazar Nihan Kaya, günümüz edebiyatı ile ilgili değerlendirmelerde bulundu. Kaya, "Edebiyat görgüsü denilen bir şey var, biz edebiyattan anlayan bir okur haline gelebilirsek, bize roman dedikleri şeyin gerçekten roman olup olmadığını anlayabiliriz. Bu çok da subjektif olan bir şey değil" dedi.

‘JUNG'U SANATIN, SANAT OLARAK ANLAŞILMASINDA DAHA FAYDALI GÖRÜYORUM'

"Sigmund Freud'dan ziyade Carl Gustav Jung'un yaklaşımları sanatçıların hoşuna giden daha bütüncül bir yaklaşımdır" diyen Nihan Kaya, "Jung, sanatçının daha derin bir yerden beslendiğini düşünüyor. Jung'un yaklaşımı, Freud'a göre daha doğru. Jung'u sanatın, sanat olarak anlaşılmasında daha faydalı görüyorum. Freud bazen sanatı, psikoloji biliminin bir nesnesi gibi görüyor. Jung ise sanatı, kendi sınırları içinde değerlendiriyor ve sanatı, sanat yapan şeyin ve sanatın kendi içinde anlaşılmasının ne kadar önemli olduğunun üzerinde duruyor" diye konuştu.

‘EDEBİYAT VE PSİKOLOJİ, BİZE FİLDİŞİ BİR KUYUNUN İÇİNDEN SESLENİYOR'

"Edebiyatçılar, tarihte sık sık ‘fildişi kule'de olmakla suçlandı. Halbuki edebiyatçı ‘fildişi kuyu'dan yazıyor. Aslında fildişi kule diye bir şey yok. Yazar, eserini hazırlarken gündelik hayatla arasına mesafe koymak zorunda; ama bunu sanıldığı gibi herkese yukarıdan bakan, hayattan kopuk bir kulenin içinden değil, aksine, hayatla, insanlıkla, insanlığın acılarıyla özdeşleşen bir yerden yapıyor. Yazar, gündelik hayattan bahsediyor göründüğü zamanlarda bile, gündelik hayatın derinlerinde saklanan ‘gerçek hayat' ile ilişki kuruyor aslında. Edebiyat da psikoloji de görünen gerçekliğin altındakilere ulaşmayı amaçlıyorlar. Bir kuyu gibi, maddenin ve zamanın yüzeyinden olabildiğince derinine inmeye çalışıyorlar. Bu yüzden edebiyat ve psikoloji, bize fildişi bir kuyunun içinden sesleniyor, bizi fildişi bir kuyunun içine çağırıyorlar."

‘İNSANLAR HER ZAMAN KOLAY OKUNAN KİTAPLARA YÖNELİRLER'

"İnsanlar her zaman kolay okunan kitaplara yönelirler" diyen Kaya, "Kitaplar her zaman azınlıkların ilgi alanındaydı ve ne yazık ki hep böyle kalacak. Dış dünyaya yönelme oldukça, sanattan ve edebiyattan bir kaçış söz konusu. Bunun nedenlerinden biri sanatla yüzleşme, aslında insanın kendisiyle yüzleşmesidir. İnsanlar kendileri ile yüzleşmemek için, hayattan kaçıyorlar çünkü bu aynı zamanda kendilerinden kaçış anlamına geliyor. İnsanların sanata yönelmemesi, hayattan bir kaçış. İnsan ancak bu şekilde kendisinden kaçabiliyor. Kitap okuduğunuzda sadece hayatla değil kendinizle de yüzleşebiliyorsunuz. Kendinizle yüzleşmek bazen acı olabiliyor. Kendimizi geliştirmemiz ancak kendimizle yüzleşmemiz durumunda olabilir" dedi.

‘İNSANLAR, BİR KADININ YAZDIĞI METNİN ÇOK DAHA DÜŞÜK BİR DEĞERDE OLDUĞUNU DÜŞÜNEBİLİYOR'

"Kadın, şiir yazamaz, kadından şair olmaz sözlerini, iyi şiir yazan bir çok erkekten işittim. Bu kişiler, iyi şiir yazabilen kadının, kadınlığını kaybettiğini, şairlikle kadınlığın bir arada bulunamayacağını, zira kadının şiirin faili değil, konusu olabileceğini savunuyorlardı. Kadın, sadece bir taşıyıcı olarak görülüyor. Yaratıcılıkta hayatın görünmeyen tarafını ıskaladığımız için de yaratıcılığa yanlış yaklaşıyoruz. İnsanlar, bir kadının yazdığı metnin çok daha düşük bir değerde olduğunu düşünebiliyorlar."

Yorum yaz