‘Avrupa Birliği, Fener Rum Patrikhanesi’ni Vatikan benzeri bir yapıya dönüştürmek istiyor’

‘1925 şartlarında ne İznik Konsülü mümkündü ne de Papalık ile temas’
‘İki Kilisenin birleşmesi tarihsel olarak imkânsız’
“Şimdi iki Kilisenin birleşmesinden bahsediliyor. Yani Fener Rum Kilisesi ile Patrikhanenin… doktrin olarak ve siyasi kültür olarak, tarih olarak mümkün değil. Bunun mümkünatı yok. Papa büyük bir Hristiyan dünyasının lideri, aynı zamanda ruhani ve idari lideri. İstanbul'daki bizim Patrikhane demeye ağzımızı alıştırdığımız kurum ise aslında İstanbul ve Adalar’da yaşayan Rumların ruhani lideri. Onların kilisesinin başı. Bu kilisenin bir ekümenik olması laftan ibaret. Çünkü bu kiliseye bağlı Ortodoks toplumlar oldukça sınırlı sayıda. Yani Türkiye'de kaç bin Rum vardır. Bunlara On iki adaların bazılarındaki Rum toplumlarını ilave edin, tümü değil. Yunanistan'daki Aynoroz bölgesi buna bağlı. Ayrıca Amerika'daki Rumlar, Kanada'daki, Latin Amerika'daki, Avustralya'daki, Yeni Zelanda varsa oralardaki Rum toplumları da Osmanlı'dan göçüp gittikleri için ve oradan göçüp giderken de Osmanlı'daki Patrikhaneye bağlı oldukları için onun ruhani liderliğini kabul etmeye devam ediyorlar. Zaten bu Kilisenin de Amerika'da ve başka yerlerde temsilcileri de var.
Şimdi bizi burada rahatsız eden şey şu, her iki din de, yani Katoliklik de Ortodoksluk da siyasetin fevkalade içinde. Katoliklik yapısı gereği yüzyıllarca devletle çatışma içinde olmuş. Devlete ‘sen çekil ben toplumu yöneteyim’ demiş. Devlet başkanlarını aforoz edebilecek güç ve yetkilere sahip olmuş. Toplum üzerinde etkisi olabildiğince olağanüstü derecede hissedilmiş bir din. Bu dinin 1648'deki 30 yıl savaşından sonra etkisi azalmış ve toplumda bir sekülerleşme başlamış. Uluslararası ilişkiler de sekülerleşmiş. Artık devletler savaşırken veya savaşa giderken veya savaş sonrası müzakere ederken, karşısındakinin Katolik mi yoksa Lutheryan mı ya da Anglikan mı diye bir hesap yapmamış. ‘Benim çıkarıma mı, değil mi?’ diye. Yani uluslararası ilişkiler, devlet ilişkileri, devlet yönetimi hepsi hızla sekülerleşmiş.
Ortodoksluk ise baştan beri Bizans'ı örnek alırsak, orada Patrik'le İmparator arasında bir çatışma yok. Onlar daha çok belli bir anlaşma, uzlaşma üzerinden gidiyorlar. Yani İmparator'un en büyük güç olduğunu Patrik de kabul ediyor. Patrik'e de danışıyor tabii. Aynı Osmanlı'daki Şeyhülislam - Padişah ilişkisi gibi. Ama en önemlisi Ortodoksluğun tıpkı Sünni İslam'da olduğu gibi, yani Osmanlı'da olduğu gibi devleti yönetme iddiası yok. Kendisinde böyle bir meşruiyet kaynağı görmüyor. Belki de bu yüzden Osmanlı zaten yüzyıllarca İstanbul'daki patrikhaneyi yüceltmiş, bunu tek otorite haline getirmiş. Normalde Ortodoksluk böyle tek elden yönetilen bir din de değildir. Hatta buna milli dinler diyebiliriz. 19. yüzyılda Ortodoks toplumlar Osmanlı'dan ayrılıp bağımsız olurken, her birinin kendi Kilisesi, Patrikhanesi ki bunlar tarihi Patrikhaneler yeniden ön plana çıkmış. Mesela Sırplar'ın Kosova'daki kendilerinin peç dediği, Arnavutların pea, Türklerin ipek dediği yerdeki meşhur Patrikhaneleri. Yunanistan'da bir otosefal Kilise kurulmuş. Osmanlı kendisi Bulgar kilisesini, egzarhiayı kurmuş. Yani Ortodoksluk siyasetle iç içe ve Ortodoks milletlerin milletleşme sürecinin en önemli unsurlarından biri haline gelmiş, politik kültürü belirlemesine olağanüstü katkılarda bulunmuş. Bunu Yunanlarda, Kıbrıs Rumlarında sıklıkla da görüyoruz. Yani Kilise toplumda çok belirleyici bir durumda. Bu şu anlama gelmiyor; bu toplumlar böyle çok fanatik, fundamentalist derecede dindar değil; hayır, normal hayatlarında olabildiğince seküler… Ama Kilise siyasetin içinde olduğu için, belki parti politikalarının içinde değil ama kimlik yapısının içinde olduğu için böyle bir durum var. Bu iki Kiliseyi birleştiremezsiniz. Tarihte de bu yönde birtakım girişimler olmuştu. Başarısızlığa uğramıştı, Uniat Kilisesi diye. Şimdi böyle bir şeyin olması zaten mümkün değil. Ayrıca İstanbul'daki Kilisenin cemaati yok. Bu Kilise yok 300 milyonluk Ortodoks toplumunun ruhani lideri falan… Bunlar büyük ölçüde fasarya. Gerçekle alakası yok. İstanbul'daki Kilisenin kendi iddiaları, başındaki zatın Patrik sıfatıyla kendi kendine yarattığı bir durum. Bunun zaten Osmanlı'dan kalan bir kurum olarak cemaati kalmadı burada.”
‘Patrikhane Lozan’ın konusu değil; Türkiye’deki statüsü tamamen iç hukukla belirlenmiştir’
“Lozan'da müzakereler yapılırken, Türkiye de ısrarla bu Kilisenin buradan çıkıp gitmesini istiyor. Buna karşılık Yunanistan ve diğerleri; özellikle Yunanistan o zaman kimseyi alabilecek durumda değil. Çünkü bir mübadele anlaşması yapılıyor Yunanistan'la aynı dönemde ve sıkışık durumda Yunanistan. Sonuçta İstanbul'da kalıyor ama bu Lozan'ın herhangi bir maddesinde yer almıyor. Yani İstanbul'daki bu Kilise uluslararası bir anlaşmanın parçası değil. Sadece Lozan'ın tutanaklarında müzakereler sırasında yer alıyor ve sonra da Cumhuriyet Yönetimi şöyle bir şey belirliyor; ‘Sen ister ülkenin içinde ister ülkenin dışına gitmek istediğin zaman mutlaka Fatih Kaymakamlığı'ndan izin alacaksın’ diye. Onun da bir itirazı yok bu sürece. Ta ki 1950'li yıllarda Menderes zamanında bu Patrikhanenin Amerikalıların kafasınca Soğuk Savaş'ta acaba istihbarat amaçlı Ortodoks ülkelerde kullanılabilir mi kullanılamaz mı diye Patrikhanenin palazlandırılması dönemine kadar, ki o dönemde Menderes hükümetleri bu tip şeylere çok yatkın oldukları için onlar da bu işin üzerine atlıyorlar ve sonuçta Amerika’dan da bir Patrik geliyor, Athenagoras, Türk vatandaşı bile değil. Uçakta gelirken Bakanlar Kurulu kararı ile Türk vatandaşlığı veriliyor vs. Çünkü İstanbul’daki Kilisenin başı olabilmek için St. Sinog üyesi olmak şart, St. Sinog’a seçilebilmek için Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak şart vs.
Normalde şimdiki hükümetin yönetimi altında olmasak, 2002’den bu yana mevcut hükümet ve siyasal İslam’cı uzantıları ‘Bizim ecdadımız Osmanlı şöyle özgürlük vermiş de biz bu Patrikhanenin faaliyetlerini neden kısıtlıyoruz, Heybeli Ada’da Ruhban Okulu’nu neden yasaklıyoruz?’ gibi laflar ediyor olmasa… ki bunlar da ilk yıllarında ettikleri, konuyu bilmedikleri dönemde sarf ettikleri laflar.”
‘Avrupa Birliği, Fener Rum Patrikhanesi’ni Vatikan benzeri bir yapıya dönüştürmek istiyor’
‘Ruhban Okulu tartışması dini değil; ABD ve AB’nin siyasal mühendisliğinin parçası’
“Barrack geldiği zaman ilk yaptığı konuşmalar üzerine ben bu adamın dış işlerine çağrılıp ağzına biber sürülmesi lazım demiştim. Bu adam ne konuşacağını bilmiyor. ‘Hakım’ deyip duruyor. Dolayısıyla bu yapılmadığı için habire konuşuyor. En son konuşmasında iki tane sorun var; bir ana bir sorun var, bir de bu defa başka bir şey yumurtlamış. O da şu; ‘Başkan Trump'la Başkan Erdoğan bu Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılmasını çok istiyorlar. 2026'da bu işi kotaracağız inşallah’ diyor. Bu nasıl bir büyükelçilik misyonudur ve büyükelçi kendisinde bunları konuşabilme yetkisini bulmaktadır ve konuşulmaktadır? İkincisi, böyle bir şeyin açılmasına Anayasa Mahkemesi engel değil mi? Patrikhanenin bu Ruhban Okulu ne zamana kadar faaliyetteydi? Benim bildiğim kadarıyla 1970'lere kadar faaliyetteydi. 1971'de bu karar niye alındı? O zaman Türkiye'de ilk defa galiba akademi adıyla özel yüksek okullar açılıyordu. ‘Bu tür kurumlar diyelim ki özel okullarda ilahiyat fakültesi açabilir mi?’ diye. Bunun üzerine konu yargı silsilesiyle en son Anayasa Mahkemesi’ne kadar gittiğinde ‘hayır yani bu anayasaya aykırıdır. Böyle bir şey olamaz. Laikliğe aykırıdır.
Bütün bu eğitim devlet kurumlarında verilmek zorundadır’ denildi. Sonra bu iş tabii Patrikhanenin Ruhban Okulu'nun kapanmasıyla sonuçlanınca onlar da ‘Bizim okulumuz da kapandı işte buna bir çare bulunsun’ vs. dedi. Bu hükümet ‘bu konu ilk defa bizim önümüze geldi 2002 yılında’ diye zannediyor. Hayır, daha önce de diğer hükümetlerin önüne de gittiğinde hükümetler şöyle bir yol önerdiler; dediler ki ‘Sizi İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'ne bağlı bir alt birim olarak değerlendirelim ve siz faaliyetlerinizi sürdürün. Çünkü biz sizi her halükârda denetliyoruz, denetleyeceğiz’ Yani YÖK’ün denetçileri gelecek, benim bulunduğum üniversiteyi denetledikleri gibi orayı da denetleyecek. Anlatabildim mi? Çünkü ‘Hayır, bunu kabul etmem’ diyor. Ve bu işe Avrupa Birliği el atıp ‘Biz seni bir işte Vatikan gibi uluslararası bir statüye kavuşturalım’ diye bunların önüne bu şeyi attıktan sonra da katiyen Türkiye'nin önerilerini kabul etmiyorlar. Bu tabi dik kafalılık aynı zamanda ve mesela bu İstanbul'daki Kilisenin birtakım sıkıntılarının aşılarak bu Kilisenin tamamen bir Türk kurumu halinde düşünülerek uluslararası camiada veya Türkiye'ye gelen ziyaretçilerin ziyaretleri sırasında o ziyaretlere diğerleriyle birlikte eşlik eden bir kurum olarak bulunmasını, konumlandırılmasını desteklerim. Ama mesela Türkiye'de Yahudilerin çok canlı ve çok vatansever, çok da milliyetçi bir Yahudi toplumumuz var. Bunla övünmemiz lazım yani bunların Türkiye'ye bağlılığı ile ilgili olarak. Zaten kendisi ‘Ben gayrimüslim Türküm’ diyor. Ermeni toplumu var, onlar da bu topluma, bu devlete olağanüstü sadakat gösteriyorlar. Bu kilisenin onlardan biri şeklinde düzenlenmesi lazım. Yabancılarla vs. görüşmelerde, müzakerelerde bunun ekümenik patrik diye ön plana çıkartılmasına izin verilmemesi lazım. Devletin de bu şekilde öne çıkmasına yardımcı olacak şeylerden kaçınması lazım.
Ayrıca bizim Türkiye'de resmen tanınmış azınlıkların dışında da gayrimüslim insanlarımız var. Çok az da kalmış olsa Süryani toplumu var. Bunların da Türklük bilinci olağanüstü yüksek. Ayrıca bu Antakya'daki Arap Ortodoks Kilisesi var. Cemaati çok azalmış durumda ama var ve Şam'daki Arap Ortodoks Kilisesi'ne bağlılar. Dolayısıyla bunların her birinin bir şekilde o yemeklerde, toplantılarda yer alması lazım. Ama bu İstanbul'daki patrik ve başındaki Bartholomeos ön plana çıkıyor. Ayrı birisi olarak çıkıyor. Bu böyle olmaz, doğru değil. Buna izin vermemek lazımdı. Dolayısıyla kamuoyundan gelen tepkiler de bunlardan kaynaklanıyor. ‘Acaba bir tezgah mı dönüyor? Acaba bu Patrikhane konusunda hükümet bir şey mi yapıyor?’ Bütün bunların üstüne bir de Barrack geldi ‘Biz böyle yapıyoruz’ falan dedi. Şimdi buyur, ayıkla pirincin taşını.”
‘Avrupa’nın provokasyonları Trump’ın barış planını sabote etmeye yönelik’
“Ukrayna ve Ukrayna'ya destek veren Avrupa devletlerinin istihbarat örgütleri ateşle oynuyorlar. Trump galiba ilk defa bir planda kararlı ve ilk defa Avrupa'ya sadece lafla değil, eylemle de, ‘Ne haliniz varsa görün, ben Rusya ile anlaşıyorum’ diyor. Bundan dolayı Avrupalılar Trump'la yüz yüze görüşme cesaretini bulamıyorlar. Muhtemelen ‘sizden bıktık, artık çekin gidin, düşün yakamızdan’ falan diye hakaret yiyecekler. Düşünün, bırakın Trump'ı, Rubio ile görüşemiyorlar. Yani bu konuda görüşebilecekleri en yumuşak karakterdeki insanla, Rubio ile görüşemiyorlar. Bence bu planın akamete uğraması için provokasyonlar yapıyorlar. Yani öyle provokasyonlar ki; efendim bu tankerler aslında Rusya'nın gölge filosu anlamına geliyormuş. İşte bunların sigortalarının yapılıp yapılmadığı meçhulmüş. Bu gemiler kendi içinde zaten tehlikeliymiş, bunları boğazdan geçirmemek lazımmış falan... Türkiye kendi ulusal çıkarları doğrultusunda böyle bir karar alsa, ‘Ben boğazlardan şu şu gemilerin geçişine izin vermeyeceğim’ dese nasıl üstümüze gelirler?
Bir; Türkiye'nin Rusya ile ilişkilerini bozmaya çalışıyorlar. Burada bir kargaşa çıkararak barış planının akamete uğramasını sağlamaya çalışıyorlar. Bir de tabii burada Ukrayna'nın istihbarat örgütlerinin yoğun bir faaliyeti olduğu anlaşılıyor. Öbür taraftan da Ukrayna'nın içi fena halde karışmış durumda. Bu yolsuzluk soruşturmaları Zelenskiy'nin zaten sonunu getirebilir. Öte yandan Ukrayna istihbaratı Senegal açıklarındaki bir gemiye ta o bölgede nasıl drone saldırısı düzenleyebiliyor? O da enteresan bir şey. Birilerinden destek aldıkları kesin. Bu birileri de muhtemelen Avrupa'nın hafif dışında olan o enteresan ülkenin istihbaratı falan olmalı. Öbür türlü bunlar kendi başlarına o işleri yapamazlar. Senegal aynı zamanda eski bir Fransız sömürgesi. Onlarla da bir irtibatlar olabilir. Ancak o şekilde olur. Yani Avrupalıların provokasyonları diye görüyorum.”

