Küresel koronavirüs krizi nedeniyle dünya çapında görülmemiş bir seferberlik hali hüküm sürerken, dünyanın gidişatını değerlendirmeye devam ediyoruz. Koronavirüs nedeniyle tek tek devletlerin aldıkları tedbirler, tercihleri, bu krizin atlatılması yahut atlatılamaması halinde dünya ekonomisinin neye benzeyeceği herkesin en büyük merak konusu. Özellikle ABD ve Çin arasında adeta bir bilek güreşine dönüşecek şekilde uluslararası hegemonya mücadelesi de koronavirüs gündeminin altında sürüp gitmekte.
Gelişmeleri Cumhuriyet Gazetesi yazarı iktisatçı Ergin Yıldızoğlu ile konuştuk.
‘Bu beklenmedik bir kriz değildi’
Ergin Yıldızoğlu'na göre, içinde bulunduğumuz 'koronavirüs' krizi aslında beklenmedik değildi. Uzmanların son yıllarda insanlığı bekleyen epidemik salgına dair ikazlarda bulunduğunu, derin ekolojik tahribatın yanı sıra finansal sistemdeki sıkıntıların da yeni olmadığını anımsatan Yıldızoğlu, asıl meselenin bu krize 'hazırlıksız yakalanmak' olduğunu belirtti. Özellikle sağlık sistemine yeteri kadar önem verilmediğini vurgulayan Yıldızoğlu, önlemler alınmış olunsaydı, krizin bu denli sert yaşanmayacağına dikkat çekti:
“Beklenmedik bir kriz değil bu. Ama beklenmedik bir şeymiş gibi muamele görüyor, garip olan o. Çünkü herhangi bir hazırlık yapılmadı. Halbuki daha geçen gün elime geçti, 2015’deki ayrıntılı bir yazıyla karşılaştım. Bir sonraki epidemik salgını kapımızda bekliyor diyor. Geçen sene Bill Gates bir konuşmasında yeni bir virüs krizi kaçınılmaz diyor. İnsan ile doğa arasındaki karşılaşma gittikçe derinleşiyor. Bugüne kadar el değmemiş, bozulmamış ekosistemler bozuluyor. Vahşi hayvanlar ile insanlar normal olarak karşı karşıya gelmemeli, ilişki kurmamalı. Çok sıklaşıyor bu da. Dolayısıyla insanların dışında bir araya gelmeyen vahşi hayvanların ilişkileri de mecburen ekosistem sıkıştığı için artıyor. Bir hayvandaki virüs öbürüne sıçrıyor ve mutasyon geçiriyor. Sonra bir başkasına geçiyor. 3 defa sıçradıktan sonra insana da sıçramaya başlıyor. Bir boyutu bu: Küresel ısınma ve kapitalizmin doğa üzerindeki yıkımı. Örneğin tropik ormanlarda yaratılan alt üst oluş, binlerce yıl toprağın altında duran bir virüsü gün yüzüne çıkarabiliyor. İşin bir başka boyutu da senelerdir sağlık sistemi aç bırakıldı, beslenmedi yeteri kadar. Hastanelerin kaynakları kesildi. Personel azaldı, neoliberalizmin etkisiyle hastanelerin ani bir krize müdahale etme kapasiteleri düştükçe düştü. Üçüncü boyutu da dünya ekonomisi ciddi bir dönemece gelmişti zaten. Hem büyük bir finansal balon vardı. Hem fazla kapasite yetersiz talep vardı. Hem yeni teknolojilerin geliştirilmesine rağmen üretkenlik bir türlü artmıyordu. Bu üretkenlik paradoksu olarak son 7 yıldır sürekli tartışılıyor akademik çevrelerde. Ve bunların hepsi bir araya geldi. Eğer virüsün geleceği tahmin edilebilseydi, önlemler alınsaydı, bu kadar sert yaşanmazdı bu. Ama bu uyarıların yapıldığı zaman virüsün niye gelmekte olduğunu, nedenlerini araştırmaya başladığımızda, sistemin işleyişiyle karşı karşıya kalıyoruz ve kimse o tarafa gitmek istemiyor."
'Açıkça söylenmese de süreci kendi haline bırakma eğilimi var'
Britanya'da Boris Johnson yönetiminin başlangıçta seçtiği 'sürü bağışıklığı' yolundan sonradan çark etmiş olmasına karşın ciddi sorunlar yaşandığını belirten Yıldızoğlu, bunların başında da 'şeffaf olunmamasının' bulunduğu görüşünde. Yönetimin özellikle üretimin durdurulmasına tahammülü bulunmadığını, Dünya Ekonomik Forumu'nun raporlarında bile 'tedbir alınırsa ekonomi batacak' ikazlarının yer aldığını kaydeden Yıldızoğlu, açıkça söylenmemekle birlikte süreci kendi haline bırakma yoluyla bir 'sürü bağışıklığı' tercihinin işlediğini dile getirdi. Yıldızoğlu, virüsün bağışıklığının olup olmadığının ise zaten bilinmediğini anımsattı:
"Geri adım attılar ama şöyle bir problemle karşı karşıyayız. Şeffaf değil durum. Bu yüzden söyleneneler ve yapılanlar arasındaki ilişkiyi izlemiyoruz. Örneğin sürekli test yapılıyor. Günlük açıklamalarda ‘Niye test sayısı belirgin değil, niye Almanya bu kadar yaparken, İngiltere bu kadar yapıyor?’ diye soruyorlar. Hiçbir cevap alamıyoruz. Burada bir belirsizlik var ve bu insanı kuşkuya düşürüyor. Ekonomi üzerindeki etkisinden dolayı gereken hassasiyeti göstermiyorlar. Bankacılık sektörü kritik sektör kabul ediliyor. Benim eşim her gün işe gidiyor. Epidemi gittikçe yoğunlaşırken, hızlanırken işe gidiyor ve evden çalışmaya sıra geldiğinde de bir sürü liste var. Şu kadar bilgisayarımız var, bulamadık, şu kadar güvenlik sorunumuz var gibi şeyler söylüyorlar. Yani sistemin tercihlerinde problem var. Dünya Ekonomik Forumu, koronavirüsün ekonomik etkileri üzerine bir rapor hazırlattı. Aslında kötü şeyler söylememeye çalışıyor. Ama raporda yer alan grafikte, ‘Eğer tedbir alırsanız ekonomi batacak’ diyor. Böyle diyorsak eğer, hemen şu tartışma oluyor. ‘Ekonomi battığı zaman uzun vadede insanlar daha çok ölecek’. Öyleyse bırakalım, bu kadar da abartmayalım, kendi sürecini yaşasın tartışması oluyor. Bu açıkça söylenmiyor ama bunun kodlarını bir kere öğrendikten sonra, hissediyoruz. Her yerden çıkıyor bu kodlar. Ayrıca bağışıklık yapıp yapmadığını bilmiyoruz. Hiçbir yerde kanıtlanmış bir şey değil bağışıklık yaptığı. Virüsler bağışıklık yapar diye bir varsayım var. Öbür taraftan da nezle, soğuk algınlığı aşılarını biliyoruz, her sene yeniden yapmak zorunda kalıyorlar. Çünkü 180 çeşit var, bunların büyük kısmı da bağışıklık yapmıyor, her sene yeniden kapıyoruz onları. Bu virüs meselesinde yine bir şeffaflık eksikliği var.”
‘Devletler krizi bahane ederek ellerinde çok büyük yetki topluyor’
Yıldızoğlu, bu kriz vesilesiyle dünyadaki pek çok hükümetin virüsü bahane ederek tüm yetkileri elinde topladığı bir sürece de işaret etti. Britanya'da Johnson'ın iki yıllığına olağanüstü yetkilere kavuştuğunu söyleyen Yıldızoğlu, ülke nüfusunu pasif bir yere iterken yapılan gerekçelendirmenin de adeta 'teolojik' bir çerçeve içerisine oturtulduğunu anlattı. Ortada son derece kaygı verici bir resim bulunduğunu kaydeden Yıldızoğlu, depresyon ve derin resesyonun salt ekonomik bir olay olmadığını, hem ülkelerin içlerinde hem de ülkeler arasında siyasi etkilerin görüleceğini vurguladı. Yıldızoğlu, sürecin nereye gittiğini anlamak kadar bilinç oluşturmaya çalışmanın aydınların tarihsel görevi olduğunun altını çizdi:
"Devletler ellerine çok büyük yetki topladılar bu işleri bahane ederek. İngiltere’de Boris Johnson’ın elinde iki yıllık olağanüstü yetki var. Bu koşullarda ülkenin nüfusu tamamen pasif bir yere doğru itiliyor ve bilgisizliğe itiliyor. Tartışmaları öyle bir noktaya getirdiler ki bilim böyle diyor, sanki tanrı böyle diyormuş gibi. Teolojik bir yere geldik, dün tanrıdan bahsediyorduk, bugün bilimden bahsediyoruz. Ama bilimin niye öyle dediğinin kriterleri ve varsayımları ulaşılabilir bir yerde gözükmüyor önümüzde. Bütün resim oldukça kaygı verici. Birincisi bu tartışmaların bize yararı durumu anlamamıza olanak sağlayabilir. Depresyon ve derin bir resesyon ekonomik bir olay değil. Aynı zamanda siyasi bir olay hem ülkelerin içinde hem de ülkelerin arasında. Büyük savaşların öncelerine baktığımızda ciddi ekonomik problemlerle karşılıyoruz. Ekonomik rekabetlerin giderek siyasi rekabete oradan askeri çatışmalara yönelmeye başladığını görüyoruz. Çünkü kapitalizmin gereği herkesin piyasalara kaynaklara, işgücüne ihtiyacı var. Kendi pazarını korumaya ve başkasının pazarında ne olursa olsun demeye ihtiyacı var. Bu yüzden sürecin ne tarafa doğru gittiğini anlamaya çalışmak lazım ve giden yönü açıkça anlatmaya çalışmak lazım. En azından bir bilinç oluşturma çabası içinde olabiliriz. Bu yetmez. Diğer taraftan bu bilinç oluşturma çabasının siyasi bir izdüşümü olması lazım. Bu bir siyasi refleksse ve hayır bunu istemiyoruz diyecek iradeye dönüşmesi lazım. Bu olur mu bilmiyorum. Ama olup olmayacağını düşünmeden anlamaya, dile getirmeye ve uyarmaya çalışmamız gerekir. En azından entelijansiyanın tarihsel görevi bu. Bunu da yapmıyorsa zaten hiçbir işe yaramıyor.
‘Keynesçilik ile daha sosyal demokratımsı bir yönetim olabilir ama...’
Koronavirüs kriziyle devletlerin özellikle sağlık sistemini de içeren müdahaleleri zorunlu hale gelirken, Yıldızoğlu, keynesçilik tartışmalarının gündeme gelmesini normal buldu. Kapitalist sistemin zaten 'iki atı' olduğunu, bunlardan birisinin serbest piyasayı kamçılamak, diğerinin ise serbest piyasa çuvallayıp yönetilemez bir kriz yarattığında devletin devreye girmesi olduğunu anımsatan Yıldızoğlu, bu krizde de sosyal demokrat bir yönetim anlayışının ortaya çıkabileceğini söyledi. Ancak Yıldızoğlu, bu modeli rekabetçi ulusal ekonomilere sahip olmayanların uygulayamayacaklarını anımsattı:
"Keynesçiliğe dönüş olabilir, bir şekilde dönüyorlar ekonomiler. Çünkü zaten başka da politika yok. Bir nevi iki tane atı var. Biri serbest piyasayı sonuna kadar kamçılıyor. Geçmişten beri böyle. Serbest piyasa çuvallayıp krizi yaratıp yönetilemez hale gelince bu sefer devlet devreye giriyor ve nispeten devlet kapitalizmi yönetici devlet, ekonominin disipline edilmesi gibi bir yöne giriyor. Keynesyen ulusal bir politika. Ulusal ekonominin korunması ile doğrudan ilişkili bir politika. Çünkü birbiriyle rekabet altında olan ekonomilerin dünyasında siz kendi ekonominizi beslemeye başladığınızda, yani Keynesyen bir şekilde talebi güçlendirecek, yatırımı arttıracak, üretime destek verebilecek politikalara girdiğinizde eğer sizden daha üretken, rekabet gücü daha yüksek ekonomiler varsa, kendi ekonominize bastığınız para doğrudan oraya gider. Kaynak doğrudan oraya gider. Üreticiniz sizin ürettiğiniz maldan alacaksa oradakini alır. Parasını götürür, başka yere koyar. Dolayısıyla Keynesyenizmin özelliği desteklenecek ekonominin aynı zamanda dışa kaçışlara karşı korunması gereklidir. Bu da ister istemez sermaye hareketlerinin denetlenmesi, dış ticarette belli sınırlamaların konması, belli üretim ihracat kontrollerinin gelmesi demek. 60’lara benzer bir şey. Bunun sonucunda refah devletine dayalı bir şey, daha sosyal demokratımsı bir yönetim olabilir. Ya da devlet kapitalizmi artı Çin’de olduğu gibi baskıcı bir rejim karşımıza daha tatsız bir ekonomi politik örgütlenme de çıkabilir. Keynesyenizme dönülecekse eğer, böyle dönülecek. Bir dünya devleti olsaydı ya da uluslararası yönetişim mekanizması olsaydı tüm dünya çapında Keynesçiliğe gidilebilirdi. O zaman da dünyanın kaynak ihtiyacı olan bölgeleri beslenir, Afrika canlandırılır ciddi bir pazar haline dönüştürülür. Orta Asya’daki kaynaklar başka yerlere yönlendirilir, dolayısıyla oradaki ihtiyaçlar karşılanır. Bütün dünya ekonomisini planlamak mümkün olabilir belki. Teknolojik olanaklarımız da daha yakın 40’lardan daha çok."
'Siyasi koşullar Amerika ile Çin arasındaki hegemonya çatışmasına götürüyor'
Yıldızoğlu, koronavirüsün de etkisiyle oluşan siyasi koşulların dünyayı ABD ile Çin arasında hegemonya çatışmasına götürdüğü görüşünde. ABD ile Çin arasında tedarik zinciri bağlamında bağımlılığın mutlak olmadığını söyleyen Yıldızoğlu, ABD'de yıllar öncesinden bu meselenin 'ulusal güvenlik sorunu' olarak tanımlanmasına atıf yaptı. Siyaset ve devletin el atması halinde ekonomik bağların koparılabileceğine dikkat çeken Yıldızoğlu, ABD'de Çin'in hegemonyasını tesis etmesine yönelik kaygıların şimdiden hissedilir olduğunu anımsattı. Hegemonik ülkenin diğerlerine hizmet sunamadığı bir ortamda liderlik konumunu yitirdiğini, ABD'nin Avrupa ile son dönemdeki ilişkilerinde de benzeri durumun görüldüğünü belirten Yıldızoğlu, Çin'in koronavirüs'le birlikte oluşan fırsatları kullandığına dikkat çekti:
"Siyasi koşullar devletler arası rekabete, Amerika ile Çin arasındaki hegemonya çatışmalarına doğru götürüyor bizi. Siyasette ekonomik düzeyde kopmaz bağ diye bir şey yok. Nitekim tedarik zincirleri üzerinden tartışmalar var. Tedarik zincirleri koptu ne oluyor diyor ama bundan aşağı yukarı 8 sene önce bu konuda bir seri yayın yapıldı Amerika’da. Tedarik zincirlerinin Amerika için bir ulusal güvenlik sorunu haline gelmeye başladığı anlatılıyordu. İşler yolunda gittiği için bu konuda adım atılmadı ama bundan sonra atılır. Ekonomide geri çevrilemez diye bir şey yok. Siyaset ve devlet burnunu sokup kurcalamaya başladığı zaman her şeyi kırıp dökebilir rahatlıkla. Çin ile Amerika arasındaki bağımlılık bugünkü entegrasyona güvenmemek gerekir. Gerçekten de karşılıklı daha çok Amerika tarafında yükselmekte olan korkuya bakıldığında, buna hazırlandıklarını görüyoruz. Örneğin Çin ile işbirliği yapmaktan değil mücadele etmekten bahseden çok sayıda yorumlar çıkıyor. Çin’i rakip olarak görüp ona göre hazırlanmak gerektiği, Çin’in dünyada koronavirüsü kullanarak hegemonya atılımına girdiğinden bahsediliyor. Çünkü Amerika’nın hegemonyacı ülke olarak yapması gereken şeylerin hiçbirini yapamıyor. Hatta virüs çıkmadan önce Avrupa ile ilişkilerini bozmuştu. Bir sürü ülkeye yaptırım yaparak zorluyordu. Zaten ittifaklar zinciri geriliyordu. Hegemonyacının yapması gereken bir diğer ülkelere hizmet sunmasıdır. Eğer hizmet sunamıyorsa artık liderlik konumunu kaybetmeye başlamış demektir. Geriye sadece zorlamak kalır. Çin şu anda virüs krizi içinde tek yardım kaynağı olarak belirdi. Ciddi mali kaynak gönderiyor, doktor, ilaç gönderiyor. Bu arada Amerika’nın Çin’den ilaç konusunda yardım almak zorunda kaldığını görüyoruz. Çünkü ilaçların büyük kısmı Çin’den geliyormuş. Bunun karşısında çaresi karlıyor Amerikalılar. Bu tehlikeli bir durum. Tarihte bunun en eski örneği Peloponez savaşlarıdır. Sparta’nın yükselmesi Atina’yı panikletince, birbirlerine girdiler ufacık bir konudan dolayı. Şimdi de benzer bir durumla karşı karşıyayız. İran mesela çok ciddi bir problem Amerika açısından. Şu anda Çin İran’ı resmen ayakta tutuyor ve desteklemeye devam ediyor. Koronavirüsü ben silah olarak düşünmüyorum. Bunlar afaki işler, tarihçilere kalmış bir şey. Şu anda benim anladığım bir tane gariban proleter yarasa yedi, dünyanın dibi çıktı ondan sonra. Ama çok kötü bir zamana geldi dünya sistemi ekonomi açısından. Hem derin bir krizin ortasına geldi hem uluslararası dengelerin hızla değişmekte olduğu bir döneme geldi. Hem de bir hegemonyacı gücün karşısında yenisinin askeri olarak da parite yaratmaya başladığı bir döneme geldi. Askeri olarak eşit düzeye yükselmeye başlamasından korkuyorsa daha fazla ilerlemeden durdurayım diye hareket etmeye başlar."
'Krizin fırsata çevrilmesi için öznesi gerekir'
Koronavirüs krizinin insanlığın hayrına işleyecek bir fırsata çevirmek için ortada bir 'özne' olması gerektiğini belirten Yıldızoğlu, Avrupa'da ve belki de Amerika'da sosyal devlet ihtiyaçlarına yönelim çıkabileceği görüşünü de aktardı:
"Krizin fırsata çevirmek için ama öznesi gerekiyor bunun için. Macaristan’da Orban krizi fırsata çevirdi, her şeye el koydu. İngiltere’de muhafazakar parti kriz sayesinde işçi sınıfının kurtarıcısı rolüne soyunduğunu iddia etmeye başladı, bütün güçleri elinde topladı. Yasama, yürütme, yargı arasındaki ilişkileri değiştirmek istiyordu zaten. Bu bahaneyle şimdi ne yapıyor bilmiyoruz. Çünkü bir kişinin elinde toplandıktan sonra çıkardığı kararnameleri günü gününe izlemek mümkün değil. Herkes bunu bir şekilde kendine göre fırsata çevirmeye çalışıyor. Ama insanlığın tümü açısından fırsata çevirebilecek özne herhalde yok. Belki artık sosyal devlet ihtiyaçlarına doğru bir yönelim olabilir Avrupa gibi bölgelerde. Belki İngiltere belki Amerika’da. Serbest piyasanın cılkı çıktı, bununla olmayacak bu işler düşüncesi gelişebilir. Ama bunu böyle bir düşünceden sonra ne gibi sonuçlar çıkacağına sıra geldiğinde otoriter sonuçlar çıkarılabilir. Sosyal demokrat, liberal, demokratik yönde de sonuçlar çıkabilir, bu öznelere bağlı bir şey. Siyasi ise bu durum bunu çıkaracak siyasi bir güç gerekiyor. Yoksa kendi kendine çıkmaz.”
‘Türkiye bu krizde iktidarın ideolojisine uygun bir sadaka düzenine başvuruluyor'
Yıldızoğlu, koronavirüs krizinin Türkiye'yi zaten ekonomisinin çok kırılgan olduğu bir dönemde vurduğunu belirtti. Türkiye yönetiminin krize karşı büyük harcamalar yapacak kaynaklarının kalmadığını söyleyen Yıldızoğlu, bunun için de iktidarın ideolojisine de uygun bir anlamda bir 'sadaka düzenine' başvurulduğunu dile getirdi. Türkiye'nin artık Sağlık Bakanı'nın çıkar ilişkisine bakmadan özel hastane sahibi olabildiği bir ülke haline getirildiğini anımsatan Yıldızoğlu, bakanın örneğin krizde hastanelerini açmayı bile teklif etmemesine dikkat çekti. Ancak Yıldızoğlu, Türkiye'de Erdoğan yönetiminin kurduğu düzeni 'neoliberalizm' mefhumunun karşılamadığı görüşünde. Yıldızoğlu, Türkiye'de artık klasik devlet ve hukuk anlayışına dayalı bir serbest piyasanın da kalmadığını, 'ahbap-çavuş kapitalizmiyle devlet kapitalizmi arasında bir yerde dolaşıldığı' görüşünü aktardı:
“İzleyebildiğim kadarıyla Türkiye’de ekonomi zaten çok kırılgandı, onun üzerine geldi Kovid. Bir kere buradan başlıyor problem. Kaynağı, rezervleri tükenmekte olan bir ekonomiydi, şimdi büyük harcamalar yapması gerekiyor. Yapamayacağını anlıyoruz. Onun için yardım yoluna başvurdu. Bir anlamda sadaka düzenine başvurmaya çalışıyor. Devletin harcama yaptığı, sosyal yardımların gereksinimlerin düzenlendiği bir toplumdan sadaka toplumuna doğru yani geriye doğru gidiyoruz. Zaten iktidardakilerin ideolojisine de uygun bir şey bu. Ben Avrupa’da yaşayan biri olarak eminim Türkiye’de bir sürü insan böyle düşünüyordur: Sağlık Bakanı özel hastaneler zinciri olan bir insan, bu nasıl bir şey? Sağlık Bakanı’nın konumundan dolayı kazanç elde edemeyecek birisi olması gerekiyor. Koronavirüs zamanı geldi, Sağlık Bakanı şöyle bir şey yapsaydı; ‘Bütün hastanelerimin hepsini halka açıyorum, koronavirüsle bedavaya mücadele edeceğiz kimseden para almadan’ deseydi o zaman iyi tamam, çıkar ilişkisi var ama yine de katlanabiliriz diyebilirdik. Özel hastaneler koronavirüs tedavisinden acayip para kazanıyor şu sıralar. Gazetelerden bunu okuyorum. Neoliberalizm bağlamı dışında düşünmek gereken bir düzenle karşı karşıyayız Türkiye’de. Yönetici sınıf kapitalist sınıftan farklı özelliklere sahip. Dolayısıyla bu sınıfın yönettiği devlet de o özellikleri yansıtıyor. Bu da bu devletin birey anlayışı, kişi özeli anlayışı, hukuk anlayışı, klasik kapitalist devlet yönetenlerin hukuk anlayışından farklı. Bunu ilk defa yaygın ve kanunsuz telefon dinlemeleri başladığında anlatmaya başlamıştım. Kapitalist devlette kişi özeli diye bir şey vardır diye. Geldiğimiz noktada keyfi bir şekilde yönetiliyoruz. Kurallara kimse uymuyor. Türkiye’de piyasa kurallarının işlediğini söylemek mümkün değil. Dünyanın her tarafında serbest piyasa muhabbeti var, çok da ciddiye alınacak gibi değildi yıllardır. Ama buradaki artık tamamen piyasanın dinamikleri birkaç kişinin iki dudağının arasına indirgenmiş vaziyette. Aşırı sömürü eşittir neoliberalizm değil. Neoliberalizm bir kriz yönetim modeli ve bunun içinde değişik parçaları var. Bizimkiler ise ahbap-çavuş kapitalizmiyle devlet kapitalizmi arasında bir yerde dolaşıyorlar. Bu da ciddi bir sorun. Kapitalist ekonomi bir kişi tarafından 4 kişiyle merkezden tepeden yönetilebilecek kadar basit bir şey değil. Çok da karmaşık bir şey kapitalist ekonomi. Kapitalist sınıfın doğrudan katkısı olması gerekiyor ekonomi yönetimine. Üç tane bürokratın bilebileceği bir şey değil. Birileri canlarının istediği gibi yönetiyorlarsa bunu, karşı karşıya kaldığımız krizin yönetimi konusunda kuşkuya düşmemiz gerekiyor.”