Hatırı sayılır bir süredir Türkiye’desiniz. Ancak Türkiye’de AB’ye yönelik destek son dönemde hep düşüş trendinde oldu. Bu atmosferde görev yapmak nasıl hissettiriyor? Bir gün gerçekten Türkiye’nin AB’ye üye olacağına inanıyor musunuz? Şu anki kopukluğu nasıl değerlendiriyorsunuz?
"Üç buçuk senedir Türkiye’deyim. Ama Türkiye’de AB’ye yönelik desteğin düştüğünden emin değilim. Sadece üst düzey siyasetçilerden veya siyasetçilerden AB’ye katılımın halen onlar için stratejik bir öncelik olduğuna dair çok kuvvetli açıklamalar duymakla kalmıyoruz; aynı zamanda anketlerde de AB üyeliğine yönelik genel desteğin nispeten yüksek seyretmeye devam ettiğini görüyoruz. Bu oran genellikle yüzde 50 civarında veya üzerinde çıkıyor. Evet, bazen düştüğü zamanlar da olmuyor değil; ancak geride bıraktığımız aylara baktığımızda, bu oranın tekrar yükselim eğilimine girdiğini fark ediyoruz.
Bu anlamda bu algının, burada yaptığımız mesai üzerinde de önemli bir etkisi oluyor. Bence burada bulunarak, diğer illeri ziyaret ederek, AB ile Türkiye arasındaki ilişkinin hem Türkler hem de Avrupa Birliği yurttaşları açısından ortaya çıkardığı faydaları göstermenin, burada yaptığımız işin bir parçası diye düşünüyorum.
Bildiğiniz üzere Türkiye’nin her yerinde bir varlığımız söz konusu: Edirne’den Van’a kadar Türkiye’nin her dört bir köşesinde uygulanmakta olan projelerimiz ve programlarımız var. Bu çok somut projelerin desteklenmesi aynı zamanda AB’nin aramızdaki ilişkiye atfettiği önemin de bir göstergesidir.
İkinci sorunuza gelecek olursak, yani AB’ye katılım konusuna; bu bir süreç. Her zaman, açıkçası Türkiye’nin çok net bir Avrupa perspektifi olduğunun söyledik. Bu süreçte bir takım adımların atılması gerekiyor ve bu sürecin ne kadar hızlı geçilebileceğini görmemiz gerekiyor. Evet veya hayır dersem sadece spekülasyon yapmış olurum; ama, şunu söyleyebilirim ki Türkiye, AB’ye katılmayı istiyor. AB şu anda tüm genişleme sürecini yeniden düşünüyor. Bu sadece Türkiye’ye ilişkin bir durum değil. Eminim ki Ekim ayında AB Konseyi’nde yapılan görüşmeleri, konunun Batı Balkan ülkelerine gelişini takip etmişsinizdir. Daha sonra AB içindeki tartışmalar tüm katılım sürecinin nasıl yapılandırılacağı veya nasıl yeniden yapılandırılacağı konusuna odaklandı."
Türkiye-AB ilişkilerinin bu noktaya gelmesinde sizce kim suçlu?
"Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler nispeten karmaşık. Her zaman inişler ve çıkışlar oluyor. Ama burada görev yaptığım son üç buçuk senedir en azından şahsen gördüğüm bir şey var ki o da şu: bu, çok dayanıklı bir ilişki. Sadece haritaya baktığımızda bile birbirimize ihtiyacımız olduğunu görüyoruz. Yüksek sayıda genç nüfusuyla Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin güney doğu kanadında ne kadar önemli bir ülke olduğunu görüyoruz. Bu da Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkinin ne kadar önemli olduğunu bizlere açıkça gösteriyor. Gerçekten Komisyonun yeni başkanıyla, AB Konseyinin yeni başkanıyla, yeni Yüksek Temsilciyle yani AB kurumlarında göreve gelen yeni yönetimle birlikte --tıpkı birkaç hafta önce Türkiye’yi ziyaret eden yeni Türkiye raportörünün de ifade ettiği gibi-- bu ilişki için yeni bir söylem bulmamız gerektiğini düşünüyorum ve bunun gerçekleşmesini umuyorum. Baktığımızda evet, doğru, sorunlarımız yok değil; herkes bunun farkında; ama bunun yanında pek çok ortak noktamız da var: daha önce de ifade ettiğim gibi, Türkiye’nin jeo-stratejik açıdan zor konumu da göz önünde bulundurulduğunda karşımızda ortak tehditler var, bu tehditlerle nasıl baş edileceğine dair ortak fikirlerimiz bulunuyor. Bu itibarla bence bu ilişkide üzerinde çalışabileceğimiz, üzerinde yeni şeyler inşa edip ilerleyebileceğimiz pek çok nokta var."
Devam eden medya programları için AB tarafından 6 milyon Euro kaynak ayrıldığını biliyoruz. Bağımsız gazetecileri desteklemek için AB’nin basın akademileri ve basın evleri açtığını biliyoruz. Türkiye’de medyanın şu anki durumu için ne söylemek istersiniz?
"Öncelikle şunu söylemek istiyorum, medya ve ifade özgürlüğü AB'nin antlaşmalarından yer alan temel değerlerden birisidir. Dolayısıyla bizim için son derece önemli bir başlıktır. Burada, Türkiye'de, çok profesyonel bir gazeteciler grubu olduğunu, çalışmak isteyen genç gazeteciler olduğunu, ama aynı zamanda ekonomik güçlükler olduğunu görüyoruz. O sebepten dolayı, bu basın akademilerini ve basın evlerini açtık. Basın evleri yoluyla gazetecilerin mesleki becerilerinin arttırılmasını destekleyeceğiz, buralar aynı zamanda çalışabilecekleri, eğitim görecekleri ve yeni tecrübeler edinebilecekleri bir yer olacak. Basın evlerinin altında yatan düşünce bu. Bu arada basın ve medya özgürlüğünde de bir daralma görüyoruz, bu konu bir sır değil, zaten Yıllık Raporumuzda da ifade etmiştik. Öte yandan, OHAL artık kaldırıldığı için, medyanın faaliyet gösterebileceği alanın genişletilebilmesi için hem yetkililerle hem de tüm ilgili taraflarla birlikte çalışıyoruz, çünkü bizim için –Türkiye için de olduğu gibi- etkin ve profesyonel bir şekilde faaliyet gösteren medya canlı bir demokrasinin kilit unsurudur."
Göreve başlamadan önce Türkiye’ye gelmiş miydiniz? Görevden önceki Türkiye algınız ve şu anki Türkiye algınız arasında nasıl bir fark var?
"Önceki görevimde Orta Doğu konusunda çalışırken özellikle İstanbul'da pek çok konferans ve toplantı yapılıyordu, o sebepten daha önceden birkaç defa Türkiye'ye gelmiştim. Bir iki defa da turist olarak geldim, İstanbul'u ziyaret ettim bir de yanlış hatırlamıyorsam Troya'ya gitmiştim. O zaman Türkiye hakkında tabi sadece bir turist olarak izlenim sahibi olmuştum fakat o zaman Türkiye'ye baktığımda onu Doğu'ya açılan bir kapı olarak görüyordum. Ama burada yaşayınca, Türkiye'nin ve pek çok vatandaşın Avrupa'ya aidiyet ve Avrupa'nın bir parçası olma noktasında güçlü bir hissiyatı olduğunu görüyorsunuz, bunu ekonomik yapılar, işletmeler, iş dünyası, idarenin çalışma ve faaliyet gösterme şekli, altyapı ve sivil toplum da destekliyor, zira Türkiye'deki sivil toplum çok canlı. Yani aslında Türkiye'nin Avrupa'ya çok yakın olduğunu izlenimini ediniyorsunuz."