‘TÜRKİYE, ALMANYA'NIN EKONOMİK PROTEKTORATIDIR'
Osman Çutsay'a göre, Türkiye 20'inci yüzyıl ortalarından bu yana ‘Almanya'nın protektoratı' (belli düzeyde özerkliği bulunan bağımlı bölge) konumunda. Bu bağlamda Türkiye'deki gelişmelerin 1960'lardan itibaren Berlin'den ‘bağımsız olmadığını' vurgulayan Çutsay, Alman yönetiminin özellikle Türkiye'deki siyasal İslamcılıkla derin ilişkilerine dikkat çekti:
"(Kitapta) Türkiye'nin 1960'la yani üretimin gerçek değerini araştıranların başka bir tablo ile karşılaşacağını anlatmaya çalışıyorum. Türkiye, Almanya'nın ekonomik protektoratıdır ve bu altmışlardan beri böyle. Almanya aslında bu konuda Yalçın Küçük Hoca çok eski yıllarda bir CIA belgesini, George Harrison'ın bir kitabını Türkiye üzerine bir teze konu etmişti ve orada bu CIA uzmanı öldü. Şunu söylemişti; ‘Yetmişlerin sonunda Türkiye, Almanya'nın hamiliğinde kalacak'. Bu yeni bir şey değil. Dikkat çekmek istediğim nokta Almanya'nın Türkiye'deki bütün gerici gelişmelerde şu ya da bu şekilde bir parmağının olduğu. Bunu da kötü niyetle açıklamıyoruz. Türkiye'de bugün İslamcı bir iktidar var. Bu iktidarın gerek ekonomik gerekse entelektüel donanımını Almanya'da aldığını biliyoruz. Milli Görüş Hareketi'nin, kara seslerin Almanya'da yerleştiğini Almanya'da tuhaf bir İslamcılığa hoşgörü olduğunu biliyoruz. Benim söylemek istediğim ve araştırdığım şey bunların ötesinde. Türkiye'nin sinir uçlarında ve ana beslenme kaynaklarında, ana damarlarında Almanya var. Ama problem şu. Türkiye'de ve Türkçe konuşulan dünyada en iyi ve en yaygın konuşulan batı dili Almanca'dır. Ama bunun politikada ve özellikle medyada bunun karşılığını bulamayız. İnsanlar Almanya'yı bilmezler."
Bu süre zarfında Almanya'nın Türkiye ekonomisinde sahip olduğu önemli yere atıf yapan Çutsay, 1989'da Avrupa'da değişen siyasi dengeleri etkileyen iki ana güce dikkat çekti. Çutsay'a göre bu iki güç, Alman ekonomisi, Alman liberal demokratik entelektüel dünyası:
"Almanya, Türkiye reel ekonomisinde yani doğrudan yatırımlarda çok güçlü. Türkiye teknolojik olarak ve doğrudan yatırımlar açısından Almanya'ya birinci dereceden bağlı. Bunun tabloları kısmen kitapta da yer alıyor. Bu yeni bir şey değil, başka bir noktaya geldik. Bu olay derinleşti. Rahmetli, Mehmet Ali Birand da söylerdi, ‘Almanya ekonomik dev, siyasi cüce'. Ekonomik dev, siyasi cüce olmaz. Bu geçici bir dengeye karşılık gelir. Ama bu bozulmaya hazır bir dengedir. Misketi tersine çevrilmiş bir çanağın üzerine koyarsanız o da bir dengedir ama her an bozulabilir. Bu bozuldu. 1989 yılında Avrupa'daki büyük alt üst oluşu gerçekleştiren iki ana güç var. Alman ekonomisi, Alman liberal demokratik entelektüel dünyası."
‘ALMANYA 12 EYLÜL'DE EKONOMİYİ SAHNEYE KOYSAYDI, TÜRKİYE TORNAVİDA BİLE ÜRETEMEZDİ'
"Kitapta dönemin daha sonra dışişleri bakanı olan Bonn Büyükelçisi Vahit Telefoğlu ve dönemin Alman Maliye Bakanı ile yaptığım iki büyük görüşme var. Onlar da söylüyorlardı ama ben başka bir şeye dikkat çekiyim. İki şeye inanmadım. Birincisi, Bonn, o zamanki Bonn Cumhuriyeti 1949-1989, darbe haberini en son almadı. Ama 1980 yılında 12 Eylül gününden bir iki gün sonra Helmut Schmidt'in yaptığı bazı açıklamalar var. Bunlar derin bir nefes aldılar. Daha sonra ‘Kapital' adlı derginin 1980 yılının Ekim ayında çıkan sayısına Helmut Schmidt'in o dönemki dönmeyen Hermes kredileri vardı. Ciddi bir sorundu 700-800 milyon marklık. Aslında onları ima ederek başka bir şeye dikkat çekiyordu. Türkiye artık dipsiz kuyu değil demişti. Bu çok acı bir şeydir. Söylemek istediğim şey bunlar kötü oldukları için böyle yapmadılar. Ama Türkiye'nin iktisadi ve siyasi gerçekleri ana enerji kaynaklarını, karargâhları başka yerlerde aramamızı gerektiriyor. Bu soru sorulmadı Türkiye'de. Tahsin Şahinkaya 11 Eylül'de döndü Amerika'dan. Ben şunu iddia ediyorum. Tahsin Şahinkaya o zaman malum çok etkiliydi ve çok da zengin bir generaldi. Şunu söyledi bence Washington'da; ‘Ya bak biz böyle bir şey yapacağız ama lütfen bu Bonn'dakilerin dizginlerini çekin. Bunlar bize bir şeylik yapmasınlar'. Çünkü Türkiye ekonomisinde şu çok açık: Eğer Bonn o dönemde ‘Kardeşim sizinle ekonomik ilişkilerimizi askıya alıyoruz. Bu ne biçim bir şeydir? Binlerce insanı içeri alacaksınız, siz faşist bir darbe yaptınız' diye ekonomiyi sahneye koysalardı ve harekete geçirselerdi Türkiye'de tornavida bile üretemezdiniz. Bugün bu durum çok daha açıktır. Neden Heiko Maas geldi geçen hafta? Neden Erdoğan birkaç hafta sonra Steinmeier ile görüşme yapacak? Özellikle Türkiye solunun gerçeklerle yüzleşmesi lazım. Şu ya da bu liberal görüşün, sosyal demokrat ya da yeşil olabilir ama bunların gerçekleri derinlerde akan ırmaklardan sorulur. Kitap zaten bunun üzerine kurulu. Federal Almanya, gerileyen Amerika ile yavaş yavaş bir tür boy ölçüşmeye başlıyor. Altmışlarda ve yetmişlerde Türkiye'de Ecevit iktidarı bir Willy Brandt rüzgarı üzerinden geldi. İnsanlar sosyal demokrasiyi özgürlük rüzgarı gibi gördüler. Türkiye'de de öyle değil."
‘12 EYLÜL, KEMAL DERVİŞ'İN GETİRDİĞİ BİR TÜR GÜNEY KORE EKONOMİK MODELİDİR'
"1980 darbesinin örtülü bir İslamcı darbe olduğunu ben söylemiyorum. Bu işi öne çıkaran başka gerçekten büyük yazarlarımız var. Bunlardan biri de Yalçın Küçük'tür. Benim bu konuyla ilgilenen arkadaşlardan farklı söylemek istediğim şey şu: 24 Ocak kararları önemliydi. 24 Ocak kararları ve Turgut Özal, Bonn'da olağanüstü bir sevgiyle karşılandı. Ama 24 Ocak kararları 12 Eylül'ü çağıran bir bildiriydi. Bir adım daha atmak istedim. Kemal Derviş ile ilgili bir konu var. Bunu ben ortaya çıkarmadım, bir başka yurttaş iktisatçının daha adını anmak isterim; Nazif Ekzen ortaya çıkardı. Kemal Derviş, yetmişlerin sonunda iki tane dünya bankası bünyesinde broşür çıkardı. Özetle şunu öneriyordu: ‘Türkiye ucuz maliyetle yüksek ihracat yapsın.' Bir tür Güney Kore modeli. 12 Eylül odur zaten. Bugün de o. Şu anda yaşadığımız travma onun sonuçları. Yani bunun için İslam'a ihtiyaçları var. Türkçülük bir süre sonra geriye çekilmek zorundaydı. Çünkü Türkiye'nin etnik yapısı çok girift, Türkçülüğü fazla vurgularsanız yönetemez hale gelebilirsiniz. Onlar dikkatli bir şekilde önce Türkçü-İslamcı, Türko İslam ya da Türk-İslam faşizmini denediler: ama arka tarafta Helmut Schmidt vardı. Schmidt diyordu ki ‘Türkiye artık dipsiz kuyu değil'. Ve o dönemdeki iktisadi ilişkilere bakarsanız Almanya'nın bir sorun çıkarmadığını görürsünüz. Alman sosyal demokrat politikacı ve eski Maliye Bakanı Hans Matthöfer ile yaptığım görüşme de var. ‘Biz Turgut Özal'ı çok sevdik. Adam hiç Türk gibi değildi. Çok iyi İngilizce konuşuyor' diyor. Tuhaf bir şey. Bunların üzerine gitmek lazım. Burada Türkiye, Batı'dan kendisine demokrasi geleceğini uman ayrımlar hayalinden kopmalı. Batı'nın ya da Avrupa Birliği'nin ya da Almanya'nın kendi çıkarları var. Bunlara biz bilimsel bir kavram olarak emperyalist çıkarlar diyoruz. Emperyalist sermayenin emperyalist çıkarlarından söz edebilirsiniz. Sizin de çıkarlarınız olabilir. Ama buradan, dışarıdan entelektüel ya da dışarıdan özgürlük beklemek olmaz."
‘PARÇALARA AYIRIRSANIZ DAHA KOLAY YÖNETİRSİNİZ'
"Türkiye bütün dikişleri attıracak kadar büyük ve sorunlu bir coğrafya. Bunun rötuşlanması gerekir. Bu nedenle Kürt sorununa özel bir ilgiyle ve heyecanla yaklaşıyorlar. Büyük sermayenin en büyük iştahı budur zaten. Parçalara ayırırsanız daha kolay yönetirsiniz. Onun için Türkiye'yi kim niye parçalamak istemesinler? Böyle bir şeyleri niye olmasınlar. Sermayenin kendi kuralları vardır. Sermaye kendi kurallarıyla gelirler. Yani 12 Eylül 1980'de Bonn Cumhuriyeti elbette Türkiye'de askeri faşist darbeyi destekleyecekti. Fakat bu Matthöfer'in kendi hikâyesi çok daha ilginçtir. Trajik bir hayat hikayesi vardır. Özellikle İspanya'daki Franco döneminde İspanyol anti-faşistlerine büyük yardımda bulundu. Pinochet'nin ‘Aşağılık bir çetedir' diyerek 1975 yılında Alman siyasetinde bütün koltuklar alt üst oldu. Çünkü çok uluslararası diplomaside bir karşılığı olmayan adeta bir küfürle söz ediyordu Şili'den. Güney Amerika ve Almanya'nın ilişkileri iyidir. Ama bu adam 24 Ocak kararlarını büyük bir ala-yi vala ile karşılardı. Hayatın acı gerçeklerinden söz ediyorum ve Batı demokrasisi diye muz niyetine ne isterseniz o niyete yiyebileceğiniz bir besin maddesinden söz etmiyoruz. Söylemek istediğim şey şu: örtülü İslamcılık ve 12 Eylül'den söz ettim. 12 Eylül'ü tamamlayan darbe, 3 Kasım 2002'deki seçimle gelen darbedir. Bu darbe kavramını yani AKP'nin iktidara seçimle gelen bir darbeyi temsil ettiği iddiası, tezini ilk kez ben söylemiyorum. Darbe yaparsınız, bunun için seçimi de kullanabilirsiniz. Türkiye'de Cumhuriyetin bütün taşları geri dönülmez bir biçimde 30 yıllık bir süre içinde 24 Ocak kararlarının alındığı günden itibaren alt üst edilmişti. Bizim bildiğimiz Türkiye değil artık burası. Bu noktaya itildik ve burada Batı demokrasilerinin birinci derecede rolü var. Yok diyorlarsa o zaman karşılıklı ithalat, ihracat, finans ilişkilerine bakarız. İspanyol bankaları şu anda Türkiye'de 85 milyar dolarlık dönemeyecek bir kredi ile karşı karşıyalar. Almanların 13 milyar. Finansa girmiyorlar. Ama reel ekonomide bugün yoğurt bile üretmezsiniz. 1990'ların sonunda Türkiye bir tekstil sıçraması yapıyordu. İmalat sanayinde, tekstil makineleri ihracatında en büyük müşterisi ABD'nin de önünde Türkiye idi. Tekstil, inşaat, turizm her ülkenin sadece onlara bağlı kalırsanız ölüm fermanlarıdır. Fransa ile böyle bir ilişkimiz yok. Ama Avusturya da var işin içinde. Almanca konuşulan dünyadaki büyük sermayenin kime bağlı olduğuna bakmak lazım. Bunları komplo ile açıklayamazsınız. Ama iktisadi gerçeklerle, siyasi ve entelektüel gerçekleri birlikte tartışmaya açarsanız yeni bir tablo ile karşılaşırsınız."