Kan dökülmesine yol açan gelişmeler Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi'nde tartışılsa da egemen bir devlet olarak İsrail'in sınırlarını koruma hakkından hareketle kınanması söz konusu olmadı. Gelişmeler Türkiye ile İsrail liderleri arasında ise yine bir ağız dalaşına yol açtı.
Filistinli Arapların 'Toprak Günü' etrafındaki gelişmeleri Nişantaşı Üniversitesi'nden Dr. Selim Sezer ile konuştuk.
'SINIRA YÜRÜYÜŞÜN AMACI GERİ DÖNÜŞ HAKKINI ORTAYA KOYMAK'
Selim Sezer, Filistin'de iki sembolik tarih arasında gerçekleştirilen yürüyüşlerin amacının geri dönüş hakkını ortaya koymak olduğunu söylerken, uluslararası toplumun genel kabulüne rağmen Filistinli Arapların sınırın diğer tarafını kendi yurdu olarak görmeye devam ettiği gerçeğine dikkat çekti:
"Filistin'de gerçekleşen olaylar bir günlük olay olarak değil, aslında altı haftaya yayılacak seri şeklinde planlamıştı. İki tane sembolik tarih var. Bir tanesi 30 Mart Toprak Günü, diğeri de Nakba olarak anılan 15 Mayıs günü. Bu iki gün arasında bağlantı kurulacak şekilde 6 hafta boyunca devam edecek bir dizi eylem yürüyüş şeklinde planlanıyordu. Bu etkinlikler geri dönüş yürüyüşü şeklinde tanımlanıyor ve bunun da bir anlamı var. Bu yıl Nakba olarak adlandırılan tarih 70. yıl dönümüne denk geliyor. Aslında her yıl Nakba gününde mültecilerin geri dönüş meselesi en fazla öne çıkarılan tema oluyor. Zaten Gazze'nin nüfusuna baktığımız zaman iki milyonu bulmuş bir nüfustan bahsediyoruz. Bunların küçük bir kısmı geçmişten beri Gazze'nin yerli halkı olarak adlandırabileceğimiz kişilerken daha büyük kısmı 1948 ve sonrasında, 1967 süreciyle birlikte oraya gelmiş bulunan mülteci konumunda bulunan kişilerdir. Yani uluslararası statüleri de böyle. 1976'dan beri ‘Toprak Günü' olarak tanımlanan, 30 Mart gününde başlatılan ve 6 hafta boyunca sürdürülen eylemlerin amacı geri dönüş hakkını ortaya koymak idi. Sınıra yürünmesi de böyle bir anlam taşıyor. Şu anda uluslararası toplumun ya da Birleşmiş Milletler'in tanıdığı sınır, 1967 sınırları olarak kabul ettiğimiz yani Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Gazze hariç olmak üzere geri kalan kısmı İsrail olarak kabul edilirken bahsettiğimiz toprak parçaları da Filistin Özerk Yönetimi olarak kabul ediliyor. Yani sınır çizgisi de bir anlamda uluslararası toplum ve uluslararası hukuk tarafından kabul edilmiş bir sınır çizgisi. Bu şekilde bir genel kabul var ama Filistinlilerin önemli bir bölümü sınırın diğer tarafını kendi yurdu olarak görmeye devam ediyor. En azından tarihsel olarak böyle görülüyor. Çünkü bundan 70 yıl önce onların köyleri, evleri, yaşadıkları alanlar sınırın diğer tarafındaydı. Sadece Gazze'nin hemen kuzeyindeki tepeler değil, çok daha kuzeyde bulunan Hayfa gibi Akka gibi bölgeler de aslında tarihsel olarak Filistinli ailelerin yaşadığı ve bugün mülteci konumunda bulunan kişilerin kendilerinin orada bulunduğu bölgelerdi. Bu anlamıyla geri dönüş yürüyüşü sınırları, telleri çiğneyip diğer tarafa geçme gibi bir hedefe dayanmamakla birlikte sembolik olarak aslında o yönde yürünmesi ve aslında 1948 Aralık ayında BM'nin tanıdığı ancak 70 yıla yakın zamandan beri hayata geçirilmemiş olan mültecilerin geri dönüş hakkının savunulması amacıyla gerçekleştirilen bir sembolik yürüyüş idi. Daha doğrusu bunun başlangıcıydı."
İki sembolik tarih arasında ve altı haftaya yayılan bir etkinlik dizisinin planlandığını, ancak İsrail'in tank atışı yapacak düzeye varan bir müdahale yapmasının beklenmediğini belirten Sezer'e göre İsrail, bu durumu önceden planlamış olabilir:
"O sınır bölgesinde çadırlar da kurulmuş ve altı haftaya yayılacak etkinlikler dizisi planlanıyordu. Ama daha başlangıcından İsrail'den yapılan açıklamalara bakıldığı zaman bu duruma bir güvenlik meselesi üzerinden yaklaşıldığı görülüyordu. Sonuçta kendi sınır bölgesine yaklaşan oldukça kalabalık, sayıları 30 bini bulan bir topluluk var. Sınır güvenliği meselesi üzerinden yaklaşalacağı zaten ifade ediliyordu. Ancak beklenmeyen ve öngörülmeyen şey müdahalenin bu düzeyde sert olmasıydı. Daha ‘yumuşak' yöntemlerle müdahale etme gibi başka biçimlerde müdahale düşünülebilirdi ama plastik, gerçek mermilerin kullanılacağı, hatta sınırın diğer yanından tank ateşi yapılacağı gibi bir düzeye varacak bir müdahale yapılması beklenmiyordu. Her ne kadar sonradan silinmiş olsa da İsrail ordusunun resmi twitter hesabından yapılan açıklamalara bakacak olursa her şeyin önceden formüle edildiği ve planlandığı anlaşılıyor. Bu twitlerde ‘attığımız her merminin nereye düştüğünü biliyoruz' şeklinde bir ifade kullanıldı. Yani çok önceden planlanmış, hazırlığı yapılmış bir şeydi bu. Bir müdahale her durumda öngörülebilir bir şeydi ama bu kadar geniş kapsamlı olacağı ve ölümlü bir şekilde sonuçlanacağı düşünülmüyordu."
Filistin hakkında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ne verilen önergelerin ABD'nin vetosuna uğradığının altını çizen Sezer'e göre bu gelişmeler daha önceki benzer örneklerde olduğu üzere beklenebilecek gelişmelerdi:
"Aslında bu olaylar karşısında BM'den beklenildiği türden gelişmeler yaşandı. Kuveyt, meselenin BM Güvenlik Konseyi'ne taşınması ve kınama kararı çıkarılması şeklinde bir önerge verdi. Verilen ilk metin BMGK'da ABD'nin vetosuna uğradı. Daha sonra yumuşatılarak ve değiştirilerek birkaç metin daha geldi ama hepsinin ABD vetosuyla sonuçlanmasıyla hepsi geri çekildi. Dolayısıyla herhangi bir karar çıkmadı ve bu durum da benzer örneklerde olduğu üzere yine öngörülebilir bir şeydi."
'NE YAŞANDIĞININ AYDINLIĞA KAVUŞMASI LAZIM'
Sezer, Filistin'de ne yaşandığı meselesinin aydınlığa kavuşması için —BM Genel Sekreteri Guterres'in de çağrısını yaptığı gibi- yapılacak bir soruşturmanın anlamlı olacağı görüşünde:
"Bunun dışında BM Genel Sekreteri Antonio Guterres'in bağımsız bir soruşturma yapılması yönünde bir çağrısı oldu. Bu önemli çünkü ortada farklı iddialar var. Her devlet aslında bir şekilde sınırlarında olan şeye refleks verir diye bir genel kabul var. Buna tümden bir itirazım olmayabilir ama somut olarak orada ne yaşandığı meselesinin de aydınlığa kavuşması gerekiyor. Çünkü farklı iddialar var. Örneğin İsrail tarafının dillendirdiği iddia: Gelen kişilerin sınırı ihlal etmeye yönelik olarak yürüdüğü ve yürürken taş ve molotof kokteyli attığı, bu yüzden de bunlara karışık verildiği ve oradaki topluluğu provoke eden aşırı hareketlerde bulunan kişilerin hedef alındığı şeklinde. Karşı tarafın söylemlerine bakarsak herhangi bir şekilde böyle bir ihlal durumunun, bir şiddet eylemine yönelme durumun olmadığı, orada sadece kalabalık bir topluluğun bulunduğu, çadırların kurulduğu, İngilizce, Arapça, İbranice pankartların açıldığı söyleniyor ve bu duruma karşılık insanların farklı biçimlerde havadan gaz bombaları atılarak, plastik ve gerçek mermiler kullanılarak, hatta top ateşleriyle öldürüldüğü belirtiliyor. Tam olarak neler olduğu meselesinin de araştırılması ve ortaya konması gerekiyor. Bu anlamda BM'nin böyle bir soruşturma yürütmesi birçok bakımdan anlamlı olacaktır."
Sezer, olaylarla ilgili yakın vadede bir soruşturmanın yapılabileceğinden emin olmadığını belirtti ve bu konuda İsrail Savunma Bakanı Liberman'ın açıklamalarına işaret etti:
"Bugün denk geldiğim haberlerde İsrail hükümeti içerisindeki en şahin isimlerden birisi olan Savunma Bakanı Liberman'ın böyle bir soruşturmanın yapılmasına müsaade edilmeyeceği hatta böyle bir soruşturmanın olmayacağı şeklinde bir ifade kullanarak, askerlerin herhangi yanlış bir şey yapmadığı, hatta hepsinin madalyayı hak ettiği şeklinde bir açıklamasını gördüm. Bu haliyle yakın vadede gerçekten bir soruşturmanın yapılabileceğinden emin değilim. Farklı anlatılarda bulunan detayların ortaya çıkarılması ya da teyit edilmesi bir düzeyde de olsa 30 Mart günü neler yaşandığının ortaya çıkması bakımından anlamlı olacaktır."
'İSRAİL VE ABD, UZLAŞMAYA ZEMİN BIRAKMAYAN YÖNELİMLER İÇERİSİNDE'
Yakın vadede somut bir çözümün hayata geçirilmesinin çok fazla öngörülebilir olmadığı yorumunu yapan Sezer'e göre İsrail ve onu destekleyen ABD, uzlaşmaya zemin bırakmayan yönelimler içerisindeler:
"Bu etkinlikler öngörüldüğü gibi gerçekleşebilseydi mayıs ayı ortasına kadar sürmesi bekleniyordu. Fakat daha başlangıcında bu şekilde bir şiddet boyutu kazandıktan sonra aynı şekilde devam edip edemeyeceği tartışmalı ve belirsiz bir hal aldı. Şöyle bir ifade kullanabiliriz bundan yaklaşık 10-15 sene önce de Filistin-İsrail çatışması olarak adlandırılan süreç için yakın vadede somut, gözle görülebilir bir çözümün hayata geçirilmesine ihtimal vermiyordum. Gelinen noktada bir şey değişmiş değil. Aslında önümüzdeki yıllar, belki on yıllar içerisinde de denklemi değiştirecek ya da uluslararası mutabakata varılmasını sağlayacak bir durum çok fazla öngörülebilir değil. Burada en azından benim şahsim görüşüm eğer bir uzlaşma mutabakat olacaksa bile, bu durumu son yıllarda hem İsrail'in hem de onu destekleyen ABD ve Trump'ın uzlaşmaya pek de zemin bırakmayan yönelimler içinde olması daha fazla zorlaştırıyor. Yakın zamana kadar bir biçimde uluslararası aktörler içerisinde iki devletli çözüm fikri daha ağır basıyordu. AB Komisyonun böyle açıklamaları vardı, Rusya'nın tutumu bu yöndeydi ve ‘Ortadoğu Dörtlüsü' de aşağı yukarı bu yönde eğilimler içindeydi. Ancak ilk olarak Kudüs'ün başkent ilan edilmesi meselesi dengeleri epey bozdu ve gerçekten de bu yapılacak gibi görünüyor. İlk karar açıklandığında bunun pratikte fiilen hayata geçirilmesinin zor olduğu görüşü biraz daha yaygındı ama bugün itibariyle duruma bakacak olursanız yakın bir gelecekte Tel Aviv'deki ABD elçiliğinin Kudüs'e taşınma ihtimali oldukça yüksek gibi görünüyor."
Batı Şeria'daki İsrail yerleşimlerinin artmasının yarattığı soruna işaret eden Sezer'e göre sahada barış görüşmelerini zedeleyecek gelişmelerin olduğu bu koşullarda, tanımlanabilecek bir gelecek içerisinde bir çözümden söz etmek mümkün değil:
"Bunun yanında Batı Şeria'daki yerleşimlerin artması da başka bir sorun. Obama döneminde aslında birçok defa Netanyahu hükümetine buradaki inşaatların durdurulması yönünde telkinlerde bulunulmuştu ama hiçbirisi Netanyahu hükümeti tarafından kabul edilmemişti. Trump döneminde böyle bir sınırlama ve frenleme de yok. Batı Şeria'nın hem demografik dengesinin hem de oradaki toprak sahipliğinin hızla değiştiğini görüyoruz. Bu durum iki devletli çözüm diye adlandırılan şeyin zeminini de ortadan kaldırıyor. Çünkü gerçekten de tarafların bu yönde bir mutabakata açık durumda olması gerekir. Diğer yandan sahadaki gerçekliğin de bu projeyi, çözümü uygulamaya elverişli olması gerekiyor. Son birkaç yıldaki gidişatın buna ters bir şekilde olması iki devletli çözümün olasılığını ortadan kaldırıyor. Böyle olduğu zaman da karşı tarafta daha fazla radikalleşme eğilimleri artıyor. ‘Oslo Süreci ile birlikte açılan kapı aslında kalıcı olarak kapandı ve bundan sonra olabilecek tek şeyin karşıda bulunan radikalliğe aynı radikallikle karşılık vermek ve İsrail'in tümüyle yıkılmasını hedefini savunmak olacağı' görüşü artıyor. Bu görüş siyasi örgütler bir yana Filistin toplumu içerisinde, ‘sokağında' daha fazla dillendirilir hale geliyor. Dolayısıyla keskinleşen bakış açılarının bulunduğu ve sahada olası bir barış görüşmelerini zedeleyecek gelişmelerin olduğu koşullarda, tanımlanabilecek bir gelecek içerisinde çözümden bahsetmek mümkün değil."
'ÇÖZÜM OLACAKSA MÜLTECİLERİN GERİ DÖNÜŞ HAKKI KONUŞULMALI'
Sezer'e göre olası barış görüşmelerinde mültecilerin geri dönüş hakkının mutlaka konuşulması gerekiyor:
"Bir de olası barış görüşmelerinde mutlaka konu edilmesi gereken meselelerden birisi büyük geri dönüş yürüyüşünün de gönderme yaptığı mültecilerin geri dönüş hakkıdır. Bir çözüm süreci olabilecekse mutlaka mültecilerin geri dönüş hakkı meselesinin de masada konuşulması gerekiyor."
Selim Sezer son olarak İsrail ve Türkiye'nin dönemsel olarak birbirlerine karşı sert söylemlerde bulunduklarına fakat bu söylemlerin somut anlamda bir karşılığını bulunmadığına vurgu yaptı:
"Son yılların ‘taktikleri' ortada. Dönemsel olarak Türkiye'deki hükümet ve İsrail'deki hükümetler birbirlerine karşı oldukça sert söylemlerde bulunuyor ancak Mavi Marmara olayını takip eden birkaç yıl içerisinde diplomatik ilişkilerin seviyesinin düşmesi dışında bunun somut bir karşılığının olmadığı görüldü. Muhtemelen bu tür söylemler hep devam edecektir. Bunlar aynı zamanda her iki hükümetinde aslında kendi toplumlarına verilen mesajlar, iç politikadan bağımsız olmayan şeyler. Benzer bir şekilde devam edecektir. Ama bunların pratikteki karşılığı Türkiye-İsrail ilişkilerinde bozulmaya, ekonomik ilişkilerin gerilemesine gider mi? Açıkçası böyle bir durumun olması şu anki veriler dahilinde benim ihtimal verdiğim bir şey değil."