İsrail polisi, 14 Temmuz Cuma günü Mescid-i Aksa'da silahlı saldırıda bulunarak iki İsrailli polisi öldüren üç Filistinli'nin öldürülmesiyle başlayan kriz dinmiyor. İsrail'in olay sonrası kutsal yerlerin güvenliği için metal dedektörleri devreye sokması büyük protestolara yol açtı. Hatta Filistin tarafı dedektörlerden geçenlerin namazının sayılmayacağı yönünde fetva da çıkarttı. Olaylarda Batı Şeria'da üç Yahudi yerleşimcinin yanı sıra protestolarda üç Filistinli daha hayatını yitirdi. İsrail metal dedektörlerin yerine akıllı kontrol sistemlerini devreye sokarken, kriz BM Güvenlik Konseyi'nin de gündemine taşındı. AK Partili Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın İsrail'e karşı çıkışlarına Tel Aviv'den sert eleştiriler yükseldi. Türkiye'de marjinal bir grubun saldırı girişminde bulunduğu sinagog vakası ise Türk Yahudi toplumunun tepkisine yol açmış vaziyette.
El Aksa krizini BDS Hareketi'nden, akademisyen Selim Sezer ile konuştuk.
Selim Sezer'e göre, hem Kudüs, hem de Batı Şeria genelinde yaşanan gelişmeler yaklaşık iki yıldır yaşanan sürecin devamı niteliğinde. Filistin-İsrail arasında yapılan anlaşmaların sonucu olarak Batı Şeria'da ateşli silah bulundurmanın yasaklandığına dikkat çeken Sezer'e göre gerginliğin kaynağı, İsrail'in Filistinlilere yıllardır uyguladığı hak ihlallerinin yaratmış olduğu biriken öfke:
"Bu isyanı üçüncü intifada olarak adlandıranlar da var ve bu ifadeler ‘abartılı' ifadeler olabilir ancak 2015 yılının Ekim ayından beri hem Kudüs hem de Batı Şeria'da bir eylem yoğunluğu olduğu biliniyor. Bu eylemler çeşitli biçimlerde kendisini gösteriyor. Bunlardan bir tanesi bıçaklı eylemlerdir çünkü Batı Şeria'da normal koşullarda Filistin Yönetimi'nin İsrail ile yaptığı güvenlik işbirliği anlaşmalarının da etkisiyle, ateşli silahların bulundurulması yasaktır. Bu silahlar bir şekilde mülteci kamplarından geçirilip buraya ulaştırılabilir ama normal şartlarda hem İsrail'in yoğun baskısı hem de Filistin'in işbirliği ile bunlar engelleniyor. Yaklaşık iki yıldan beri, yaşları da genellikle genç olan ve Oslo Süreci sonrası dünyaya gelmiş gençlerin bulundukları yerlerde İsrail polisi ve askerine bu tür saldırılar gerçekleştirdikleri görülüyor. Bu tür girişimler aynı zamanda birer fedai eylem olarak adlandırılıyor çünkü bu girişimde bulunan Filistinliler eylem sonrası hemen olduğu yerde İsrail tarafından öldürülüyor. Bu şekilde iki yıl içinde iki yüz kişinin hayatını kaybettiğini biliyoruz.
Bu eylemler uzun zamandır Batı Şeria ve Kudüs'te birikmiş olan birtakım süreçlerin sonucudur. Oslo sonrası beklentilerin aksine giderek ağırlaşan koşullar, yeni kuşak bakımından çok ciddi hayal kırıklıklarını beraberinde getirmişti. Orada artan birtakım yerleşimci saldırıları yapılmıştı Filistinlilere karşı. Örnek verilirse, yaklaşık iki yıl önce Nablus'ta Filistinli bir ailenin evinin kundaklanması sonucu 18 aylık bir bebek ve daha sonra da anne babası hayatını kaybetmişti. Bunlar da dâhil olmak üzere çeşitli saldırılar gerçekleştirilmişti. Yine Kudüs'te yapılan birtakım arazi gaspları, evlerin yıkılması, benzeri şekilde Filistinlilere yönelik artan hak ihlalleri ve en nihayetinde Mescid-i Aksa'ya daha önce de gerçekleşen tacizler, baskınlar vb. ihlallerin getirdiği yeni bir süreç bu. Yaşanan son Mescid-i Aksa yakınındaki saldırı da bu sürecin bir halkası olarak gerçekleşmişti. Üçüncü intifada ya da Kudüs intifadası olarak adlandırılan şeyin bir parçası olarak, Mescid-i Aksa'nın yakınlarında bulunan İsrail polislerine bir saldırı gerçekleşmiş ve hemen arkasından üç kişi hayatını kaybetmişti. Bu olayın sonucunda, İsrail bunu gerekçe göstererek Harem-i Şerif geneline bu arama dedektörlerini yerleştirmesi, önceden beri biriken öfkenin patlamasına sebep oldu."
Genel olarak iki yıllık süreç içerisinde Filistinliler tarafından ateşli silahlarla, bombalarla yapılmış saldırıların sayısının oldukça sınırlı olduğunu ve sürecin sivil direniş eylemleriyle devam ettiğini ifade eden sezer, son olayın ise ‘sıradışı olduğu' tespitinde bulundu:
"Son yaşanan olay sıra dışıydı çünkü daha önce benzeri görülmedi. Bu son olaydan sonra ve böyle bir süreç yaşandıktan sonra belki İsrail'in bu tür önlemlere başvurmasının, normal koşullarda kabul edilebilir olduğu düşünülebilir. Gerekçe olarak öne sürüldüğünde, ‘kendisini meşru olarak sunmasına zemin oluşturan bir durum' değerlendirmesi yapılabilir. Ancak bunun uygulamadaki sonuçları önemlidir. 1967 işgalinden beri hiç olmamış bir şey oldu ve çatışmanın yaşandığı gün Mescid-i Aksa tamamen kapatıldı, Cuma namazı kılınamadı vs. ve sonrasında da insanların oraya girmesine fiilen engel olan bir durum meydana geldi. Harem-i Şerif'in ikiye ayrılması, benzer planların yapılması ve orada daha önce ibadet özgürlüğünü engelleme gibi hak ihlallerinin yaşanmış olması, Kudüs'teki ağırlaşan durumla birleştiği zaman, normal koşullarda güvenlik açısından meşru ya da doğal olarak tanımlanabilecek bir durum pratikteki sonuç itibariyle belli bir halk öfkesine sebep oldu. Dolayısıyla bir taraftan dedektör uygulaması ne kadar normal ise, karşılığında ortaya çıkan öfke patlaması ve tepki de bir o kadar normal gözüküyor."
Kudüs'ün Müslümanlar haricinde birçok farklı kesimden insanı barındırdığını ve bu insanların da İsrail tarafından baskıya maruz kaldığını söyleyen Sezer, İsrail'in bilinçli bir şekilde ‘Kudüs'ü Arapsızlaştırma' politikası izlediğini ve dünyanın farklı yerlerinden getirdiği yabancı Yahudileri yerleştirmek için Filistinlilerin topraklarını zorla boşaltmaya çalıştığını söyledi:
"Kudüs'te Filistinlilerin eylemlerine Kudüs Baş Patriği'nin de desteği vardı ve bunun ötesinde bireysel olarak bu eylemlere katılan Hıristiyanlar oldu. Bir tarafta Müslümanların dini mabetlerine yapılan saldırı gerçekliği var ve bu aynı zamanda özellikle yerleşimciler eliyle Hristiyanların dini mabetlerine de yapılan pek çok saldırıyla da birleşen bir şey. Daha önce Batı Şeria'da Doğuş Kilisesi İsrail Ordusu'nun saldırısına maruz kalmıştı. Çeşitli dönemlerde yerleşimcilerin kiliselerin üzerlerine birtakım nefret söylemi içeren, İsa'ya hakaret eden yazılar yazılmıştı. Bunların etkisi olduğu söylenebilir ama bununda ötesinde Filistin halkının büyük bir bölümü, özellikle Kudüs'ten bahsediliyorsa seküler, sol, sosyalist görüşlere de sahip ciddi bir nüfus tabanının da olduğunu düşünmek gerekiyor. Bütün bunların bir arada yer aldığı bir eylem sürecinden ya da bir hareketten bahsedildiğinde, yaşananların din boyutunu fazlasıyla aşan bir durum olduğunu söyleyebiliriz. Kudüs özelinde İsrail'in son dört, beş yıldan beri yoğunlaştırdığı, Filistinlilere ait evlerin yıkılması, birtakım arazilere el konulması gibi birtakım uygulamalar var. Dünyanın farklı yerlerinden getirilen yeni yerleşimcilerin Kudüs'e yerleştirilmesi —ki bu uluslararası hukuka da aykırı bir durumdur ve Obama döneminde de bunu engellemeye yönelik girişimler olmuş, sonrasında da bunlar sonuçsuz kaldı- bir anlamda sistematik bir biçimde Kudüs'ün Arapsızlaştırılması politikasının Netanyahu tarafından izlendiğini görüyoruz. Hristiyan Filistinlilerin ve kendisini birtakım dini kimlikler üzerinden tanımlamayan, seküler, sol Filistinlilerin de bu hareketin içinde yer alması, biraz da bu politikanın sonucudur."
Batı Şeria'da ve Filistin genelinde yaşanan sorunun salt Mescid-i Aksa ve Müslümanlar ile ilgili olmadığını, tarihsel kökeni olduğunun altını çizen Sezer, sorunu dini temele indirgeyen yaklaşımın başka ülke vatandaşları tarafından benimsenip, dillendirilmesinin meseleyi özünde uzaklaştırıp, sorunun temeline başka anlamlar yüklediğini ifade etti:
"Elbette Mescid-i Aksa bir ulusal ve dini sembol, aynı zamanda da bir mabet olarak da kendi özgün değerini taşıyor. Ancak bura etrafında dönen, Filistin'in tarihsel başkenti olarak tanımlanan ya da bu ulusal mücadelenin en temelinde yer alan şehirlerden bir tanesinin, özellikle son dört beş yıldan beri sistematik bir politikanın yani Kudüs'ün Arapsızlaştırılması politikasının kurbanı olması söz konusu. Mescid-i Aksa'da yaşananlar bu sürecin bir unsurudur fakat mesele tamamen bundan ibaret değil. Ancak bazı kesimlerin bunu tamamen Mescid-i Aksa ve din üzerinden kurguladığı, Yahudiler tarafından Müslümanlara yapılmış bir saldırı olarak tanımlandığı görülüyor. ‘Mescid-i Aksa, Kudüs bizim' gibi söylemler, Filistin dışında başka ülkelerin vatandaşları tarafından dillendirildiği zaman, ortaya sorunlu bir siyasi tablo çıkıyor. Filistin aslında Filistinlilerindir yani orada yaşayan Müslüman, Hristiyan, yerel Yahudi yani yerleşimci olmayan ve farklı eğilimlerden Filistinlilerin tarihsel bir şehri olan Kudüs üzerinde, başka ülkelerin vatandaşların dini bir söylem üzerinden tepki göstermesi siyasi açıdan sorumlu bir noktaya meseleyi götürüyor. Öte yandan metal dedektörlerden geçenlerin namazının sayılmayacağı yönünde verilen fetva, aslında dini misyona sahip olan bir kurumun başka bir harici güç tarafından bir anlamda kuşatma altına alınması ve onlardan izin alarak geçebilir hale gelmesinin sorunlu bulunması ve buna gösterilen tepki olarak tanımlandığında daha anlaşılır hale geliyor. İşin fıkıh boyutuyla ilgili ben yorum yapamam."
Batı Şeria'nın 1967'den beri İsrail işgali altında olduğunu ve buradaki yerleşimcilerin de hukuki statüsünün olmadığını belirten Sezer, Filistinlilerin gösterdikleri tepki ve devamında gelen şiddet sürecinin normal şartlarda değerlendirilmemesi gerektiğini ve özgül koşulların dikkate alınması gerektiğini belirtti:
"Filistin'in işgali ve savaş koşullarında bile kendisi savunma hakkı olmayan ve askeri nitelik taşımayan unsurların şiddet saldırılarının hedefi olması doğru bulup, onaylayacağım bir durum değil fakat işin diğer tarafına dikkat çekmek gerekiyor. Filistinli bir gencin İsrailli yerleşimcilere yönelik bıçaklı saldırısı, örneğin ABD'nin herhangi bir şehrinde orada sokakta dolaşan vatandaşların hedef alınmasından çok daha farklı bir durumdur. Batı Şeria denildiği zaman, 1967'den beri işgal edilmiş bir bölge ve BM, uluslararası hukuk İsrail'i orada işgalci güç olarak tanımlıyor. Oradaki askeri unsurların varlığı meşru bir zemine dayanmıyor. İsrail yine uluslararası hukuka aykırı başka bir şey yaparak, buraya giderek artan oranda yerleşimciler taşıyor. Belirtmek gerekir ki, bu kişilerin orada varlıklarının hukuki bir zemini yok. Öte yandan orada yaşayan yerleşimciler, Filistin halkı bakımından da giderek nefes alınamaz hale gelen işgal koşullarının somutlanmış bir biçimi olarak da görülüyor.
‘Biz burada en temel yaşamsal araçlardan da yoksunuz. Sürekli olarak işgalcilerin saldırılarına uğruyoruz. Can güvenliğimiz yok ve eğer işimiz varsa bile, oraya gitmek için bir sürü kontrol noktasından geçmemiz gerekiyor. Zaten akrabalarımızın yüzde 80'i mülteci kamplarına dağılmış. Macaristan, Polonya vs gibi yerlerden gelmiş insanlar bizim burnumuzun dibinde bu yerleşim birimlerine oturup, en ileri maddi koşullar içerisinde yaşıyorlar' diye görüyorlar. Dolayısıyla oradaki yerleşimcilere Filistinlilerin bakış açısından ve olayların tarihsel gelişimi içerisinde bakıldığında da mesele böyle görünüyor. Yine de bu kişilerin öyle ya da böyle oraya gelmiş, yerleşmiş, aile halinde yaşayan ve askeri nitelik taşımayan siviller olması meselenin boyutunu birazcık daha değiştiriyor. Ama yerleşimciler dendiği zaman da, bunların hepsinin sivil olmadığını ve bir kısmının ağır silahlarla Filistin sokaklarında gezdiğini ve Filistin halkına pek çok saldırı gerçekleştirdiğini söylemek gerekiyor.
2000 yılından beri Batı Şeria'da kayıtlara geçmiş, yerleşimciler tarafından Filistinlilere yönelik gerçekleşmiş saldırı sayısı 11 bindir. Bunların bir kısmı yolda geçen bir kadının baş örtüsünü çekmek gibi çok basit şeyler ama önemli bir kısmı da yakarak öldürme gibi doğrudan öldürmeye varan eylemler. Dolayısıyla Filistin sorunu ya da İsrail çatışması denildiği zaman, meselenin bütün bu derin boyutlarını da dikkate alarak değerlendirmeler yapmak gerekiyor. Buranın diğer coğrafyalardan daha farklı ve özgün nitelikler taşıdığını da göz önünde bulundurmak gerekiyor."
Türkiye'nin Filistin sorununa dini perspektifle yaklaşmasının meseleye katkı sunmasını beklemediğini belirten Sezer, Kudüs'te statükoya geri dönülmesi talebinin sorunun asıl sebebi olduğunu vurguladı:
"Kullanılan argümanlara bakıldığı zaman söylenen şeylerden bir tanesi şu; Kudüs'te Mescid-i Aksa'daki dedektör uygulamasının sonlandırılması ve hızlı bir şekilde Kudüs'te statükoya geri dönülmesi şeklinde bir ifade var. Statüko denilen zaten burada sorunun kendisidir. Filistin meselesi ile ilgili çok çeşitli çözüm yolları tartışılıp, geliştirilebilir ama 1993'teki Oslo Süreci'nden beri orada uygulanan şey, pratikte öngörülen ve öngörülemeyen sonuçları ile birlikte ve İsrail'in alsında uluslararası hukuka aykırı uygulamaları ile birlikte düşünüldüğünde, Kudüs'teki statüko zaten sorunun kendisidir. Dolayısıyla bunu bir çözüm olarak sunmak ve buna geri dönüşü talep etmek altı dolan bir şey değil. Öte yandan, geçtiğimiz yıl Türkiye ve İsrail arasında kapsamlı bir normalleşme anlaşmasına gidildi. Bunun merkezinde de, önümüzdeki yıllardan itibaren hayata geçirilmesi beklenen bir doğalgaz ortaklığı projesi var. İsrail'in, bir kısmı Gazze'nin kara sularında bulunan ve Filistinlilere ait olması gereken doğalgaz da dâhil olmak üzere, bu rezervleri Türkiye üzerinden Avrupa'ya satmak gibi bir projesi var. Türkiye de bu normalleşme süreci ile birlikte, bu projenin bir parçası olmuş oldu. Bu tür gerilimli süreçler yaşandığı zaman, genel olarak devletlerin ve hükümetlerin söylemlerinin, aldıkları pozisyonlar ile uyumlu olması gerekir. İsrail'i bölgede oldukça güçlendirecek ve elini rahatlatacak bir projeye ortak olmuş bir hükümetin, İsrail'i eleştirirken önce dönüp kendi yaptıklarını sorgulaması ve örneğin normalleşme anlaşmasını iptal etmeyi gündeme getirebilmesi gerekir. Birtakım yaptırımların uygulanabilmesinin gündeme getirilmesi gerekir. Bunlar yapılmadan, sadece retorik düzeyinde bazı konuların gündeme getirilmesi ve daha dini temelli olarak yapılan söylemlerin yapılması çözüme katkı yapabilecek nitelikte çıkışlar olmayacaktır."