diken.com.tr’nin Kolombiya gazetesi El Espectador’dan aktardığı göre, Mujica’nın Castro’nun ardından yazdığı mektubun Türkçesi şöyle:
“Sevgili Fidel,
Yakın zamanda öğrendim, haber çok yıkıcı oldu. Seni, artık son sığınağın olan o sade tahta yatağında uzanmış vaziyette hayal etmekten kendimi alamıyorum. Ve ben buradayım işte; kırsaldaki evimin girişine oturmuş, dünyaya ne diyeceğimi, bu gözyaşlarını nasıl saklayacağımı düşünüyorum. Kimi reklamcılar gözyaşlarının görünmesinin daha iyi olacağını, efsanelerin böyle yaratıldığını söyleseler de.
Efsaneleri yaratmak mümkün değildir, sen onlardan birisin; şarapnelin kendi darbesiyle ve dağdaki kampta dalgalanan bayrakla işlenmiş bir efsane. Orman ya da kır olması fark etmez; mücadele vatanımız dediğimiz, üzerinden geçip gidebildiğimiz, ama aslında bizim üzerimizden geçip giden o toprak parçasının bağrını yakar.
Ve aslında düşünüyorum da, o koltuğa mahpusluğa ve işkencelere rağmen yüzümden hiç eksik olmayan o mülayim ifadeyle bir ihtiyar olarak oturduğum için şanslıyım. Daha az eleştirildim, senin dünyaya örnek olan o devasa endamınla karşısında durduğun halkın katı bakışını karşıma almak zorunda kalmadım, vatanseverlerle vatan hainleri arasında bir mücadeleye zorlanmadım, kimse beni despotlukla damgalamadı. Ama o şans farklı da anlaşılabilir.
Benim karşısına dikildiğim dünya kredi kartlarının ve içinde hiçbir gerillaya yer olmayan bir kavgada tüketilen hayatların dünyası. Beni dikkatle dinliyor, gülümsüyor, alkışlıyor, ama o boş hayatlarını taksitle, kaçınılmaz şekilde tüketen şeylerle doldurmaya çalışıyorlar.
Senden ise istikbali olan bir Küba kaldı; cehaletin, okuma yazma bilmeyenlerin olmadığı, kıtadaki en iyi kamu sağlığı sisteminin, en iyi eğitimin olduğu bir Küba. Bense buradayım, mücadelede; yaşam için değil, unutmaya karşı bir mücadelede. Anlamsız bir mücadelenin içine batmış durumdayım, çünkü Güney her geçen gün daha da Güney oluyor; canavarlar ilerlemekte ısrarlı ve artık bizi her taraftan silip süpürüyorlar.
Bolivar kıtasının kısa süren heyecanı yine soluyor; Hugo’nun (Chavez) aramızdan ayrılışı, Dilma (Rousseff) ve Cristina’nın (Kirchner) yüz kızartıcı vedaları, benim mecliste bir koltuğa hapsolmam ve bizi içinde bıraktığın öksüzlük haliyle eminim ki kendi tarihini öğrenmeyen bir dünyanın manasızlığı, yakında tekrardan hepimizi yiyip bitirecek.
Gölgeler bizi sinsice izliyor ve bugün, sevgili dostum, sen de göçüp gittin. Artık, en azından bu devirde, senin o aşk ve zafer aşılayan, bitmek tükenmek bilmeyen konuşmalarından mahrum kalacağız; benim içinden gençleşerek çıktığım ve kendimi en korkunç yaratıklara bile meydan okuyabilecek ya da tek bir hamleyle cehennem çukurunu aşabilecek gibi hissettiğim konuşmalar. Keder kaçınılmaz.
Peki, sen ne derdin acaba? ‘Hadi ordan deli! Üzülecek bir şey yok bunda! Hem ne fark eder ki, et ve deri değil mi yani sadece? Sen de ölmüşsün gibi yapma, mücadele devam ediyor ve yalnız ileri doğru!’ Bense kendi kendime saçmalayarak ‘O öyle konuşmazdı, saygısızlık etme’ diyorum. En iyisi daha dahice bir şey söylemiş olacağını düşünmek; kalabalıklara alkış tutturan, ama halkını senin yaptığın gibi harekete geçirmeyi başaramamış bu deli ihtiyarın hikayelerini değil. Ya Doğu’dan bir nihai savaş yükselirse? Zor, ama imkansız değil… Bu savaşı beklerken Karayipler’in o yıldızındaki sana göz kırpıyor ve ‘Hasta la victoria… Siempre!’ diyorum.
Pepe.”