Tüketimi, en basit hâliyle mal ve hizmetlerin kullanımı olarak görüyorum. Üretim ve büyümenin de başlangıç noktası. Ama bugün kapitalist kültürün dayattığı arzu ekonomisi yüzünden tüketim, ihtiyacın ötesine geçip aşırı tüketime dönüştü ve bu, bizi hem psikolojik hem fiziksel hem de etik olarak hasta ediyor. Mutluluğu sepette aradıkça borçlanıyoruz, kaygımız artıyor, değerlerimiz aşınıyor. Bu yüzden kendime hep aynı soruyu sorarım: Bu, ihtiyaç mı istek mi? Eğer istekse, bilerek ve sınır koyarak hareket ederim; benzer bir şeyi alıyorsam dolaptan birini çıkarır, bağışlarım. Az ama iyi prensibini savunuyorum. Çoktan ucuza değil, az ve kaliteliye. Her ürünün görünmez bir kaynak bedeli var. Bir pamuklu tişörtün dev bir su ayak izi bulunuyor. O yüzden gardıroplar doldukça gezegen boşalıyor. Dopamin sadece yeni ayakkabıda değil. Doğada yürüyüşte, anlamlı ilişkilerde, sporda ve deneyimlerde de var.
Zincirleme alışverişi tetikleyen Diderot etkisi hepimizi yakalıyor. İhtiyaç dışı bir alım, bir diğerini çağırıyor. Çözüm, hayatı sadeleştirmek: Evi, dolabı, takvimi arındırdıkça zihnimiz de ferahlıyor. Benim çağrım basit: İç sesinizi eğitin, “indirim”e değil değerlerinize yaslanın, tüketerek değil yaşayarak iyi hissedin. Kamuoyu oluşturarak, sosyal medyayı bilinçle kullanarak ve birbirimizi destekleyerek iyi olanı büyütebiliriz.