“Hesapların üstünde bir hesap var diyebiliriz. Mevcut durumu sık sık anlatmaya çalıştık. İsrail’in kuruluş tarihinden bugüne dek yaşadığımız süreç ortada. Filistin’e yönelik saldırılar ortada. Uluslararası Avrupa sermayesinin bu bölgede neden İsrail ihtiyaç inşa etme ihtiyacı duyduğunu anlattık. Tarih boyunca Katolik ve Protestan sömürgeler misali Avrupa Yahudi sermayesi de dünyanın faklı bölgelerinde Yahudi koloniler inşa etmeye tamah etti. Bunu 19. yüzyılda yürürlüğe koydular. Filistin için bu kararın neden alındığını ve Süveyş Kanalı’nın konudaki önemini biliyoruz. Mısır’da Süveyş Kanalı açıldıktan sonra Yahudi sermayesinin getirdiği koloniler, orada İngiliz ordusu ve güçleri ile hareket ederek çıkarlarını korudu.
Zaman içerisinde Süveyş Kanalı boyunca inşa edilen Yahudi kolonileri Filistin’e taşındı. Rothschild hanedanının bu konudaki rolünü biliniyor. Süveyş Kanalı’ndaki Mısır devlet hisselerini satın aldılar. Teolojik bir yaklaşım ile Tevrat’a veya diğer öğretilere dayanarak ‘vadedilmiş topraklar’ adı altında dindar Yahudilerin göçünü sağladılar.
Bugün artık bir gerçeklik var. Filistin’in en az yüzde 90’ı bugün işgal altında. Geriye kalan yüzde 10’luk bölümde de zaten kantonlar var. Bizzat İsrail’in tanıdığı Batı Şeria’da bile bir yerden bir yere gidebilmek için duvarlar ve tel örgüler arasından geçip sürekli güvenlik noktalarında kimlik ibraz etmek gerekiyor. İsrail, Gazze’yi Filistinlilerden arındırmak istiyor çünkü Gazze açıklarında doğalgaz yatakları var. Süveyş Kanalı’na alternatif olarak Kızıldeniz’den Gazze’ye doğru bir güzergah ortaya koymak ve yeni bir kanal inşa etmek istiyorlar. Bunu da Süveyş Kanalı’na alternatif yapmak istiyorlar. Bugünkü noktada görüyoruz ki Filistin meselesinin çözümü ancak Filistin davasına sahip çıkan devletlerin, örgütlerin ve sivil toplum kuruluşlarının İsrail’e karşı durması gerekiyor. Bunlar darbe yemeden İsrail’in senaryoları gerçekleşemeyecekti. Bu sebeple önce Irak’ı, ardından Suriye’yi tasfiye ettiler hemen sonrasında Filistin ve Lübnan hedef alındı.”
‘Netanyahu, Saddam’ın devrilmesinin İsrail için önemini 2003’te anlattı. Aynı senaryoyu Suriye’de yapamadılar’
“2003’te Netanyahu, Irak’ın ve Saddam Hüseyin’in neden ortadan kaldırılması gerektiğini ve bunun İsrail için neden önemli olduğunu anlatmıştı. Fakat Irak’ı hallettikten sonra aynı işi Suriye’de yapamadılar. 2005’te Lübnan’da Refik Hariri’yi öldürdüler ve suçu Suriye’ye atarak Suriye ordusunun Lübnan’dan çekilmesini sağladılar. Bunu bir ‘özgürleşme’ yalanıyla servis ettiler.
Maalesef uluslararası kamuoyu sessiz kaldı. Zaten bu devletler ister Avrupa ister ABD olsun, İsrail’e her koşulda sahip çıktı. İsrail ne yaparsa yapsın yaptırım uygulamadıklarını gördük. Birleşmiş Milletler olarak kabul edilen kurumun başındaki insanın dahi İsrail’i tek bir noktada eleştirdiğinde başına neler geldiğini gördük.
İran’ın füze saldırısı sonrası Guterres’in İran’ı çok şiddetli kınamamasını bahane göstererek adamın İsrail’e girişini yasakladılar. Suriye’nin paramparça edildiği ve kan gölüne dönüştürüldüğü, Lübnan’ın Gazze’ye dönüştürüldüğü bir tablo var ortada. İsrail’in elindeki mevcut hava gücü dışında başka bir gücünü devreye sokarak Lübnan, Filistin ve Suriye üzerinde mutlak hakimiyet kuracak kapasitede olmadığını tarih boyunca gördük.”
‘Hizbullah, Lübnan’da sadece Şiilerin desteklediği bir örgüt olmaktan çıktı’
“Eğer İsrail böyle bir güce sahip değilse, Türk yetkililer İsrail’in asıl hedefinin Türkiye olduğuna dair neden açıklamada bulundu? 1982’den bahsettiniz. O yılda İsrail’in Lübnan’ı işgal edebilmesinin üç temel sebebi vardı. Birincisi, ABD ordusunda görevli, Yahudi kökenli olan veya olmayan pilotlar ve komutanlar, o savaşta doğrudan İsrail ordusu içinde yer aldı. Amerikan hava kuvvetleri, o savaşta İsrail’e destek verdi. Tıpkı diğer tüm savaşlarda olduğu gibi. 1967 ve 1973 savaşlarında da İsrail ABD’den ve Avrupa’dan çok ciddi stratejik destek gördü. Bu destek olmadan hedeflerine varamadıkları gibi, destek olduğu takdirde de hedeflerinin yalnızca bir kısmına ulaşabilmişlerdir.
1982’de tüm bunlar olduğu halde Lübnan sahasında İsrail’e direnebilecek hangi güçler vardı? O vakit ne Hizbullah vardı, ne Emel hareketinin silahlı kanadı vardı. Lübnan’da ve Suriye’de var olan Suriye Sosyal Milliyetçi Parti unsurları da sahada yoktu. Bu partinin 1982’de İsrail hedeflerine yönelik ilk eylemleri ortaya koyan ve İsrail ordusuna ait noktalara intihar eylemlerini yapan kadın militanlarını hatırlayalım. İsrail’in Lübnan’da başarılı olabilmesinin hikayesi, biraz da Lübnan toplumunun kendisiyle ilgiliydi. Lübnan içerisinde doğrudan İsrail’e destek veren, İsrail’in yanında doğrudan yer alan ve İsrail işgaline katkıda bulunan Falanjistler ve Lübnan Kuvvetleri gibi ABD-İsrail-Fransa dostu milisler vardı. Süreç içerisinde İsrail’in oradan çıkartılması sonucunda, bu örgütlerin toplumsal desteği ve askeri varlığı sona erdi. Bu sebeple bugün aynı senaryonun tekrarlanabileceğini iddia edenler, İsrail’in aslında güneyden sürdüğü veya Beyrut’tan sürdüğü yüz binlerce Lübnanlı’nın veya Şiilerin, Hristiyan nüfusun bu göç sebebiyle nefretini ortaya koyacağı varsayımından hareket ediyor.
Bu fikir, Hristiyanların silahlı mukavemet gerçekleştireceğini ve Lübnan’ın tekrar bir iç savaş yaşayacağını savunuyor. Netanyahu’nun kafasında böyle bir proje var. Fakat Lübnan’ın toplumsal gerçekliğini bilenler bunun pek mümkün olmayacağını biliyor.
Zaman içerisinde Hizbullah, Lübnan’da sadece Şiilerin desteklediği bir örgüt olmaktan çıktı. Dürzilere bakarsak özellikle Arslan kesiminin yani yarısından çoğu, Hizbullah’ın yanında yer almaktadır. Bir kısım Dürzi pasif davranabilir fakat İsrail ordusundaki Dürziler sebebiyle sempati de duyabilirler. İsrail’in etkili konuma gelmesini de arzu edebilirler. Fakat Dürzilerin yarısından çoğunun Hizbullah’ın yanında hareket ettiğini ve militanca mücadele ettiğini bilir. İsrail’in, Fransa’nın ve ABD’nin en çok yatırım yaptığı Maruni Katoliklerin yarısından çoğu, Suriye ve Hizbullah ile siyasi ve askeri ittifak içerisinde.”
‘Hizbullah hala daha sahada 2006’daki gibi mukavemet ortaya koyabiliyor’
“Sünniler ile ilgili de bir husus var. Bugün Trablusşam’da bulunan, Osmanlı bakiyesi olarak bilinen ve Türk vatandaşlığı verilmiş olan, Mersin’den gönderilen gemiyle derhal tahliye edilen ve Suriye savaşında büyük bölümü ÖSO gibi örgütlerde yer almış ve aynı mezhepçi pozisyonda olan bir nüfus var. Muhsin Dağı’nda yaşayan Alevilere yönelik IŞİD ile birlikte hareket edip katliama girişmiş olan bir nüfus var. Bunların büyük bir dönemi Davutoğlu döneminde güçlü olarak desteklendi. Fakat bunların yanında Nikatiler, eski Lübnan başbakanı gibi isimler var. Bunlar, Hariri’nin ve Trablusşam’daki nüfusun aksine Hizbullah’ın müttefiki. Lübnan’daki toplumsal yapı, ABD ve İsrail’in kafasındaki gibi 1982 yılındaki duruma hiç benzemiyor. Hizbullah komuta kademesini kaybetmiş olabilir fakat Hizbullah, başı kesik tavuk misali nereye gittiği belirsiz bir durumda değil.
Bu kadar baskıya ve komuta kademesini kaybetmesine rağmen Hizbullah, İsrail’in en elit komandolarına darbeler vurabildi. İsrail komandoları hala daha sınırdan bir kilometre uzaklıktaki köylerini dahi tüm propagandaya rağmen ele geçiremedi. İsrail hala BM’nin Lübnan ile İsrail’i ayıran bölgeden çıkabilmiş değil. İlk sızma hareketinde de ağır kayıplar verdiler. Hizbullah gibi yapılar, sadece mobil değildir. Sadece gerilla karakteri taşımaz. Sadece ordu karakteri taşımaz. O insanlar o bölgede ister küçük ister büyük gruplar halinde olsun; öldürülen komutanların yerini alabilecek isimlere sahiptir. Emel örgütünden ayrılan Hizbullah’ın komuta kademesi, öldürülen komutanlarının yerine derhal birini getirebilmektedir. Şüphesiz ki önemli isimlerin tasfiyesi moral bozgunluğu yaratabilir. İsrail de bunu başarmak için böyle bir darbe vurdu. Ama sonuçlara bakarsak Hizbullah hala daha sahada 2006’daki gibi mukavemet ortaya koyabiliyor.”
‘PKK, YPG, IŞİD, ÖSO gibi örgütler İsrail ile hareket etmeye hazır’
“İran-İsrail konusu nereye evrilir? Anadolu’da çok güzel bir laf var: Evdeki hesap çarşıdaki hesaba uyacak mı göreceğiz. İran, aslında diplomaside de siyasette de askeriyede de süreci gayet iyi idare edebildi. Suudi Arabistan ile barışmanın yollarını aradı ve bu tahakkuk oldu. Körfez ülkelerindeki yatırımlarını azaltmadı, aksine Katar’da, BAE’de, Umman’da yatırımlarını artırdı ve bu ülkelerle ilişkilerini geliştirdi. ABD ve İsrail ile aralarında münasebet olsa dahi bu ülkelerle savaş istemediğini gösterdi. Ancak İsrail ile birlikte hareket eden ve İran’ın çıkarlarını tehdit edecek girişimler olursa, o vakit İsrail’e vereceği zararın aynısını bu ülkelere de vereceği mesajını iletmiştir. İran, şubat ayından beri ister nükleer program konusunda, ister Gazze’nin barış sürecine katkı sunması için ABD’den veya Batı’dan getirilen tüm uzlaşılara yakın durdu.
İlk görüşmeyi Umman’da yaptılar. Irak’ta, Katar’da da görüşmeler yaptılar Amerika ile. 15 Ağustos’a geldiğimizde Gazze’de ateşkes bekleniyordu. Biden’ın sunduğu bir mutabakat vardı. Kabul edildiği ilan edildi. Hamas çıkıp kabul ettiğini söyledi. Hizbullah da Lübnan’da Fransızlar ile, Amerikalılar ile bir araya gelip görüştü. Onlar da ateşkesi kabul ettiklerini beyan etti. Netanyahu Gazze’de ateşkesi kabul ettiği takdirde silahların susacağını belirttiler. Netanyahu ise ısrarla ABD’yi savaşa dahil etmek ve iktidarını bırakmamak adına Gazze ve Lübnan’ı ateşe atmaya devam etti. ABD buna rağmen İran’ın ‘cezalandırma’ olarak İsrail’e yapmış olduğu füze saldırısından sonra tehditlerde bulundu. Fakat bu tehditler çerçevesinde Netanyahu hala daha çıkıp daha da büyük tehditlerde bulundu.
Bunun bir sebebi var. Sebebi Lübnan ve Türkiye ile ilgili. Türk yetkililer bu yüzden açıklamalar yaptı. İsrail özellikle Suriye sahasında; Fırat’ın kuzeyinde ve doğusunda ABD’deki savaşın sürmesini isteyen Pentagon, CIA, askeri sanayi ve petrol holdingleri merkezli isimlerle işbirliği yapıyor. İsrail, Lübnan’da 1982’de ortaya koyduğu operasyon gibi, Suriye topraklarında ABD ile hareket eden dinci, etnikçi, IŞİD, YPG, Suriye-Türkiye normalleşmesine gıcık olan ÖSO gibi örgütler bugün de İsrail ve ABD ile hareket etmeye hazır. İsrail, Türkiye’yi bu örgütler üzerinden tehdit etmektedir. Bu tehdidin İsrail tarafından Türkiye’ye, Suriye’ye, Irak’a bu örgütler üzerinden yapıldığı anlaşılmalıdır. İsrail 10 milyon nüfusuyla Türkiye’yi işgal edecek değil.
İsrail’in en önemli destekçisi ABD ve Amerika’nın Doğu Akdeniz’de, Yunan adalarında askeri varlığı ile bulunmasının sebebi, Netanyahu’nun zihninde bulunan yeni bir Büyük Ortadoğu Projesi’nin varlığıdır. Devletlerin etnik temelde parçalanması, Gazze’ye dönüştürülmesi, petrol gibi doğal kaynakların İsrail tekelinde olması projesi, Netanyahu’nun en büyük arzusudur. Ama hesapların üzerinde bir hesap vardır. Tüm bunlara rağmen Ortadoğu’yu bu tür manyaklardan, Hitler benzeri yönetimlerden kurtarmak istiyorsak, Türkiye-Suriye normalleşmesi başta olmak üzere bölgesel işbirliğini sağlamanın ne kadar önemli olduğunu görüyoruz.