Çin Halk Cumhuriyeti’nde Devlet Başkanı Şi Cinping’in üçüncü başkanlık dönemine başlamasıyla eşzamanlı olarak Ortadoğu’da Çin diplomasisinin sürpriz anlaşması belirdi. Çin başkenti Pekin’de 10 Mart’ta İran ile Suudi Arabistan’ın 2016’dan beri kopmuş olan ilişkilerinin onarılması için diplomatik ilişki tesis etmelerine dair anlaşma açıklandı. İki ülkenin iki ay içinde elçilik ve diplomatik misyonları yeniden açmaları ve dışişleri bakanlarının buluşmasını içeren anlaşmanın ardından, 20 yıldan uzun süre önce imzalanmış güvenlik ve ekonomik işbirliği anlaşmalarının da uygulanacağının duyurulması dikkat çekti.
Çin diplomasisinin Ortadoğu’daki bu etkinliğinin, Şii ve Sünni dünyanın liderleri olarak algılanan İran ve Suudi Arabistan ilişkilerine ve bölgedeki güvenlik mimarisine etkileri tartışılıyor.
Gelişmeleri Yakın Doğu Haber sitesinin kurucusu, araştırmacı yazar Alptekin Dursunoğlu ile konuştuk.
‘Suudiler belirleyici olacak’
Alptekin Dursunoğlu’na göre Çin arabuluculuğunda Suudi-İran anlaşması önemli ve Suudiler anlaşmayı uygularsa Ortadoğu’da Arap baharının zıttı yeni bir denklem kurulacak:
“Bu anlaşma gerçekten önemli. Ortadoğu’da Arap Baharı'nın zıttı olan yeni bir denklem kurulacak. Kurulacak bu yeni denklemde küresel şartlar, yani Suudilerin belirleyici olacak. Yani İran burada küresel şartların ve Suudilerin etkisinin bir anlamda nesnesi durumunda.”
‘Suudiler Amerika desteklerse İran’a savaş açıyor, varlığı zayıflayınca barışıyor’
Amerika’nın bölgesel çatışmaları desteklediğinde Suudilerin İran’a savaş açtığını, Amerikan varlığı zayıfladığında ise İran’la barışmaya çalıştığını söyleten Dursunoğlu, durumu Suudi Arabistan-İran ilişkilerinin yakın tarihinden örneklerle izah etti:
“İran ile Suudi Arabistan devrim öncesinde Amerikan kampındaydı, sorun yoktu. İran’da 1979’da devrim oldu, ardından 1980’de Irak savaşı başladı. Suudiler, İran’daki yeni rejimi devirmek için Saddam Hüseyin’e olağanüstü bir destek verdi, tüm Arap ülkelerini de İran’a karşı seferber etti. O dönemdeki Suudi Kralı Fahd’ın Saddam’a ‘Para bizden, ordu sizden. Bizi şu İran belasından kurtar’ sözü meşhurdur. O dönemde Suudilerin teşvikiyle İran karşıtı kampa katılmayan tek Arap ülkesi Suriye idi. Direniş Ekseni de bu ilişki sayesinde kuruldu. Rahmetli Hafız Esad’ın ileri görüşlü siyaseti sayesinde. 1980’ler, Suudi Arabistan-İran ilişkilerinin en kötü yıllarıydı. Bu o kadar fena hale geldi ki Suudi polisi 1987’de Hac yapmakta olan 400’den fazla İranlıyı öldürdü. İranlı hacılar ‘Kahrolsun Amerika’ diye slogan atıyorlardı. Suudiler ise ‘burada siyaset olmaz’ diyerek saldırdılar. Bu kanlı olaya rağmen kısa süre sonra Suudiler ile İran ilişkilerinde olağanüstü bir iyileşme oldu. Çünkü 1989’da ateşkes yapıldı, İran-Irak savaşı sona erdi. Dolayısıyla da savaş bittiği için bölge sükunete ve istikrara kavuştu. Onun hemen ardından Saddam Hüseyin, Kuveyt’i işgal etti. Ateşkesten sonra Senegal’deki ilk İslam Konferansı toplantısında, dönemin İran Cumhurbaşkanı Rafsancani, veliaht olan Abdullah ile ikili görüşme yaptı. Rafsancani hatıralarında Abdullah’a ‘Siz yanlış yaptınız, Saddam’ı desteklediniz. Ama biz her şeye rağmen yeni bir sayda açmak istiyoruz’ dediğini ve Abdullah’ın bunu olumlu karşıladığını anlatıyor. Suudi İran ilişkileri konusunda başta söylediğim prensibi hatırlayalım: Amerika bölgesel çatışmalara taraf olduğunda Suudiler İran’a savaş açıyor. O bölgesel çatışma kalmadığında Suudiler, İran ile barış yapıyor. Saddam Hüseyin’in sadece Kuveyt’i değil Suudiler de dahil tüm Körfez ülkelerini tehdit eder hale gelmesi, Suudileri İran’a yakınlaştırmıştı. Ayrıca İran ile Suudi çatışması açısından Amerika’nın taraf rolü zayıflayınca Suudiler de İran ile yeniden ilişki kurdular.”
‘Irak işgaliyle başlatılan Soğuk Savaş, Suriye ve Yemen’le sıcak savaşa dönüştürüldü’
Dursunoğlu, 21’inci yüzyıl başlarında ise 11 Eylül ve ABD’nin Irak işgaliyle işlerin değiştiğini söylerken, ancak Irak’ta tam da arzu edilmeyen bir devlet modelinin ortaya çıkmasının yeniden sorun yarattığını ve Suudilerle İran arasında en bariz işaretleri Lübnan’da görülen bir ‘Soğuk Savaş’ başladığını vurguladı. Dursunoğlu’na göre bu da Suriye ve 2015’te Yemen savaşıyla birlikte İran’a karşı açık bir sıcak savaşa dönüştürüldü:
“1990’ların başında başlayan bu olumlu ilişkiler 10 yıl devam etti. 2000’lerin başında ise Amerika’nın askeri açıdan yeniden bölgeye yoğunlaşmasına neden olan iki olay Suudiler ile İran arasındaki ilişkileri yeniden fabrika ayarlarına döndürdü. Bunlardan biri 2001’deki 11 Eylül saldırısıydı, diğeri de Amerika’nın Irak işgaliydi. Amerika’nın Irak işgalinde sorun yoktu, hatta Suudiler bunu teşvik bile etmişti. Ama 2005’te Amerika’nın istemediği bir Irak’ta devlet modeli çıkınca yani İran’ın müttefikleri Irak’ı yönetmeye başlayınca Suudiler bu sefer Amerika’yı işgalcilikle ve Irak’ı İran’a teslim etmekle suçladılar. Dolayısıyla da buradan itibaren sıcak çatışma noktasına gitmedi ama Suudi Arabistan, İran’a karşı bir soğuk savaş başlattı. Bunun bariz yansımasını 2006’daki Lübnan savaşında gördük. Lübnan savaşında da Fahd’ın Saddam’a söylediği söz gibi bu sefer Suudi İstihbarat Şefi Bender bin Sultan, İsrail Başbakanı Ehud Olmert’e ‘Para bizden, ordu sizden; şu Hizbullah belasını ortadan kaldırın” dedi. Geldik 2011’deki Suriye krizine ve 2015’teki Yemen savaşına… Burada Suudi Arabistan-İran ilişkilerinin tabuta artık son çivi çakıldı. Çünkü tüm dünya Suriye ve Yemen’e karşı Suudilerin yanında yer alıyordu. Amerika iki savaşın da açıkça tarafıydı. Suudiler de bundan aldığı cesaretle resmen İran’a karşı soğuk savaşını, sıcak savaşa dönüştürdü. Bin Salman, ‘Savaşı İran topraklarına yayacağız’ diyerek açıkça tehdit etti.”
’Herkes o gün bir uyandı, bu olağanüstü gelişmeyle karşılaştı‘
Çin gibi geleneksel olarak bölgeye müdahil olmayan bir devletin ABD ve Avrupa’nın ‘ruhu duymadan’ giriştiği arabuluculuğun önemine dikkat çeken Dursunoğlu, “Herkes o gün uyandığında bu olağanüstü gelişmeyle karşılaştı” vurgusu yaptı. Dursunoğlu’na göre, bunda ABD’nin Çin’e karşı hamleleri ve Çin’deki iktidar şekillenmesi de etkili olmuş görünüyor:
“İki ülke ilişkilerinin dayandığı o prensibi dikkate alarak Çin’in arabuluculuğuyla gerçekleşen bu anlaşmayı değerlendirelim. Çin gibi geleneksel olarak bölgesel olaylara müdahil olmayan bir devlet, ilk defa Ortadoğu’da iki önemli devleti buluşturuyor. Bundan ne Amerika’nın ne Avrupa’nın haberi oluyor. Herkes o gün uyandığında bu olağanüstü gelişmeyle karşılaştı. Burada Çin’in rolü çok önemli. Çin’in bu şekildeki yeni rolünü değerlendirirken Çin Komünist Partisi’ndeki son tasfiyeleri dikkate almak gerekiyor. Amerikan Temsilciler Meclisi Başkanı Pelosi’nin olaylı Tayvan ziyareti sırasında Çin ordusu tatbikat başlatmış ve müdahale için hazır olduğu mesajını vermişti; ancak Komünist Parti’deki bazı yetkililer buna karşı çıktı ve ordu da beklenen müdahaleyi yapmadı. Haberlere göre son kongrede Amerikan müdahalesine itiraz eden o yetkililer tasfiye edilmiş. Mao’dan sonra en güçlü başkan olarak nitelenen Çin Cumhurbaşkanı Şi’nin bu adımını bu tasfiye ile birlikte değerlendirmek lazım.”
‘Amerikan siyasetine de yön veren kartellerin en önemli parasal kaynağı silah’
Dursunoğlu’na göre, ABD bölgede savaş istiyor, Çin ise ‘Kuşak ve Yol’ projesi için istikrar ve güvenlik arayışında. Ayrıca Ukrayna çatışmasının ABD’nin dikkatini dağıttığını, Suudilerin ise Yemen savaşı yüzünden zorlandığını anımsatan Dursunoğlu, İran’da girişilen ‘sosyal devrimin’ de işe yaramadığını ve asıl İsrail’de sorunların çıktığını kaydetti:
“Amerika bölgede savaş istiyor. Çünkü Amerikan siyasetine de yön veren kartellerin en önemli parasal kaynağı silah. Çin ise ‘Bir Yol bir Kuşak’ projesi için istikrar ve güvenlik istiyor. Öte yandan Ukrayna savaşından dolayı Amerika bölgesel konulardan uzaklaşmış durumda. Yemen savaşı da Suudilerin artık belini büküyor. İran’ın insansız hava araçları hem Suudilere hem Emirliklere yönelik ciddi bir tehdit. Aramco tesislerini rahatlıkla vurabildiler. Amerika’nın milyon dolarlık Patriot’ları bu saldırıları önleyemedi. Suudilerin eylülde başlayan İran International kanalının da köpürttüğü kadın hareketi adı altında olan olaylardan Suudiler de İsrailliler de beklediği şeyi bulamadılar. Şu an İsrailliler çok daha büyük bir belayla uğraşıyorlar. İran’da eylülde sokağa dökülenler 500 kişiyi aşmayan gruplardı. Şu an İsrail’de yüzbinlerce insan yürüyor ve iç savaş tehdidinden bahsediliyor.”
‘Bunu bir milat olarak yeni bir bölgesel denklem oluşturması beklenir’
Dursunoğlu, Çin arabuluculuğunda anlaşmanın ‘milat’ olarak değerlendirilebileceğini söylerken, bunun Riyad’ın Amerikan siyasetiyle siyasi manevrası olması olasılığına dair şerh düşmek gerektiği görüşünde. Dursunoğlu, anlaşmanın sonuçlarının Suriye ve Lübnan’dan yansıyacağını vurguladı:
“Bütün bu bölgesel denklemler içinde son derece gizli tutularak Çin’in doğrudan arabuluculuğuyla iki ülke anlaşma yaptı. Bunu bir milat olarak yeni bir bölgesel denklem oluşturması beklenir. Burada beni ihtiyata sevk eden şudur: Acaba Suudilerin Çin’e yakınlaşması geleneksel olarak Cumhuriyetçilerle her zaman iyi olan Suudilerin, Demokrat Biden’a yönelik bir nazı veya cilvesi midir? ‘Beni Trump ya da diğer Cumhuriyetçi liderler gibi desteklemedin. Özellikle Yemen savaşında bana hiçbir şey vermedin, bir de karşı çıktın’ mesajı mı vermek istiyorlar? Yani bu Demokratların liberal afra tafralarına karşı bir siyasi manevra mıdır yoksa Amerika’nın bölgesel rolünün zayıfladığını görerek yeni döneme kendini ayarlamak için ‘İran ile yeniden normalleşmeye gideyim’ mi diyor. Eğer böyle diyorsa bunun sonuçlarını hem Suriye hem Lübnan’da göreceğiz.”
‘Yemen’de ve Lübnan’da bir süreç başlarsa doğrudan Çin’in marifeti ile olmuş olacak’
Yemen’de Suudi ve BAE cephesindeki ayrışmalar eşliğinde olası barış yönünde hareketlenmeye atıf yapan Dursunoğlu’na göre, anlaşmanın uygulanmasının Lübnan ve Suriye’de de sonuçlarına bakmak gerek:
“BAE, birkaç gün önce SANA hükümetiyle doğrudan diyalog kurmak için harekete geçti. Yemen’de aslında üç taraf var. Bir, SANA hükümeti; iki, Suudilerin desteklediği taraflar; üç, BAE’nin desteklediği ayrılıkçı Yemen Geçiş Konseyi var. Yemen Geçiş Konseyi ile Suudilerinki Yemen Cumhurbaşkanlığı Konseyi adı altında birlikteler; ama bunlar hiç de birlikte davranmıyorlar, hatta zaman zaman birbirleriyle çatışıyorlar. Suudilerin bu anlaşması BAE’yi de bu anlamda harekete geçirdiğine göre Yemen’de önce bir ateşkes sonra Yemenliler ile Yemenliler arasında bir ulusal diyalog başlayabilir. Bu, Ensarullah’ın yıllardır istediği şeydi, Ensarullah, ‘Soruna siz müdahale etmeyin, biz sorunumuzu çözelim’ diyordu. Bu noktada bir süreç başlarsa doğrudan Çin’in marifeti ile olmuş olacak. Lübnan’da Hizbullah’ın adayı Süleyman Franciye cumhurbaşkanı seçilirse, bu da onun meyvesi olacak. BAE, Şam elçiliğini açmıştı. Depremde de çok yardım etti. Suudi Arabistan da tıpkı BAE gibi Suriye’de elçilik açabilir.”
‘İsrail’in tedirginliği, İran’ın memnuniyeti…’
Çin’in arabuluculuğundaki anlaşmanın İbrahim/Abraham anlaşmaları sürecine etkisinin İsrail’e tedirgin ettiğini belirten Dursunoğlu’na göre İranlıların ise memnun görünmesi dikkat çekici:
“Burada asıl ırkçı rejimin kara günü başlıyor. Bütün Sünni dünyayı İran’a karşı seferber ediyordu ve İbrahim anlaşmalarıyla siyonistlerle bir normalleşme süreci yaratmıştı. Bunların hepsi çöpe gidiyor. O yüzden çok kızgınlar; Yair Lapid’den Gantz’a, hatta eski Mossad Şefi Tamir Pardo’ya varıncaya kadar bu anlaşmayı önlemek için hiçbir şey yapmayan Netanyahu’ya çok öfkeliler. Tabi bütün bunlar eğer sadece Suudilerin Demokratlara karşı bir nazı ise yeni bir Cumhuriyetçi iktidarıyla her şey yine fabrika ayarlarına dönebilir. Çünkü Amerikan-Suudi ilişkileri Çin ile yeni kurulan ilişkiler kadar sığ değil. İranlılar ise anlaşmanın içeriğine dair şu an ser verip sır vermiyorlar. Ama çok memnunlar.”