GÖRÜŞ

Türkiye 70 yıllık NATO üyeliğinde Ege’den S-400’e kadar birçok kriz ile karşı karşıya kaldı

Türkiye, 18 Şubat 1952'de katıldığı NATO’da 70’inci yılını geride bırakırken bugüne kadar pek çok anlaşmazlık ve bazı zamanlar kriz boyutuna varan sorunlarla karşı karşıya kaldı. Geçmişten günümüze Türkiye’nin NATO ile ilişkilerini Sputnik’e Emekli Tümamiral Cem Gürdeniz ve Emekli Tümgeneral Ahmet Yavuz değerlendirdi.
Sitede oku
Türkiye’nin NATO’ya katılmasının üzerinden tam 70 yıl geçti. İttifakın en büyük ikinci ordusuna sahip olan ve harekatlara en fazla katkı veren ilk 5 ülke arasında yer alan Türkiye’nin süregelen NATO serüveni, içerisinde pek çok krizi barındırıyor. Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesi engellemek için yazılan ‘Johnson Mektubu’ ile başlayan gerginlik, Kıbrıs Barış Harekatı’nda Türkiye’nin yalnız bırakılmasıyla devam etti. Harekatın ardından 1975-1978 yılları arasında ABD tarafından silah ambargosuna maruz kalan Türkiye’nin buna cevabı ise, ülkedeki ABD ve NATO üs ve askeri faaliyetlerini yasaklamak oldu.
Ancak Türkiye, uygulanan bu ambargoyu uzun vadede kendi lehine çevirebilecek adımlar da attı. Zira, ambargonun başladığı yıl ülkenin savunma sanayisi için gelişim yolunu açan ASELSAN kuruldu ve ittifaktan bağımsız bir şekilde Ege Ordusu oluşturuldu. Halen varlığını sürdüren Ege Ordusu’nun, Kıbrıs üzerinden Yunanistan’la gerilimin arttığı bir dönemde NATO’dan bağımsız olarak kurulması da Türkiye ile ittifak arasındaki zedelenen güven bağının bir kanıtı olarak tarihe geçti. Bunun ardından Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesini ‘önleyemediği’ gerekçesiyle Yunanistan, ittifakın askeri kanadından çıktı. Geri dönmek istemesi de, 1980’e kadar Türkiye’nin vetosuna takıldı. 1992 yılında, Ege’de gerçekleştirilen Kararlılık Gösterisi-92) adlı NATO tatbikatı sırasında ise, Türk muhrip gemisi Muavenet, ABD uçak gemisi Saratoga’nın ateşlediği 2 adet Sea Sparrow hava savunma füzesiyle vurulmuş, olayda 5 Türk askeri hayatını kaybetmiştir.

Suriye’de yalnız bırakılan Türkiye

İttifak üyeleri ile Türkiye arasındaki bir başka sorun ise hava savunma sistemleri meselesi. Suriye’de patlak veren iç savaşın ardından Türkiye ‘sınırlarının tehlike altına girmesi’ gerekçesi ile 21 Kasım 2012’de NATO’ya başvurarak Patriot hava savunma sistemi talep etti. Ancak NATO üyeleri henüz Suriye’de sular durulmamışken gönderdikleri sistemleri birer birer çekti. Türkiye’ye konuşlandırılan ABD ve Hollanda sistemleri ve kısa bir süre sonra Almanya’ya ait Patriotlar 23 Aralık 2015’te İskenderun Limanı’ndan ayrıldı. Böylece Türkiye, NATO tarafından yeniden yalnız bırakıldı.

Türkiye’nin tercihinin S-400 olması ABD ve NATO’yu kızdırdı

Bu gelişmenin ardından Türkiye hava savunma sistemi ihtiyacının giderilmesine için ABD’den Patriot hava savunma sistemlerini satın almak istedi ancak ABD’nin oyalaması ve süreci zora sokması sebebiyle alamadı. Türkiye ise hava savunmasını Rusya’nın S-400 hava savunma sistemi ile sağlamak için 2017 yılında imza attı.
Bu hamle ‘S-400’lerin NATO sistemlerine entegre olmaması’ ve ‘NATO faaliyet ve teknolojik kabiliyetlerinin Rusya tarafından casusluk yolu ile elde edileceği endişesi’ gerekçesiyle ABD ve NATO tarafından gelen sert tepkilere neden oldu. Ankara’nın S-400 hava savunma sistemleri karşısındaki kararlılığına ABD’nin karşı hamlesi ise Türkiye’yi ortak üreticisi olduğu F-35 savaş uçağı programından çıkarmak ve CAATSA yaptırımlarını uygulamak oldu.

NATO tatbikatında Atatürk ve Erdoğan hedefte

NATO ve Türkiye arasındaki en net krizlerden biri de Norveç’teki Trident tatbikatında yaşandı. Müşterek Harp Merkezi’nde 8-17 Kasım 2017’de düzenlenen ‘Trident Javelin’ adlı NATO tatbikatının son safhasında ‘Karşıt Kuvvet’ ülke lideri fotoğrafları arasına Mustafa Kemal Atatürk’ün resmi, tatbikat içerikli sosyal medya çevrimi içinde ise Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan adına sahte hesap açılarak Karşı Kuvvet liderini destekleyici ifadelere yer verildi. Durumun Türk Silahlı Kuvvetleri personeli tarafından tespit edilmesi üzerine NATO, askeri makamlar nezdinde yazılı ve sözlü olarak uyarıldı. Ardından Türk Silahlı Kuvvetleri personeli tatbikattan geri çekildi.

ABD’nin Yunanistan ile işbirliği

Türkiye’nin deniz politikasını şekillendiren Mavi Vatan hedefleri kapsamında, hak iddia ettiği karasularında sondaj çalışmaları yapması da, NATO üyeleri ile ülkeyi karşı karşıya getirdi. Türkiye ile Yunanistan arasındaki Doğu Akdeniz krizi, 21 Temmuz 2020’de Oruç Reis araştırma gemisinin Meis’in güneyine hareketiyle başlayan süreçte iki ülke sıcak çatışmanın eşiğinden döndü. Bu doğrultuda, Türkiye gibi NATO’da olan Yunanistan, bir başka üye, Fransa, tarafından tam destek gördü. İttifak tarafından ise defaatle Türkiye ile ilgili olarak ‘Doğu Akdeniz ve S-400’ gibi konularda ciddi endişeleri olduklarını söylendi. Geçen yıl içerisinde, NATO Türkiye’nin 55 kilometre yakınında olan Yunanistan’ın Dedeağaç bölgesinde tatbikat ve yığınak yaptı. ABD ise savunma işbirliğine ilişkin yeni Yunan-Amerikan anlaşması uyarınca Dedeağaç'ta son derece önemli bir üs elde etti.

YPG’den FETÖ’ye: Uyuşmayan ‘terör örgütü’ tanımları

NATO ile Türkiye’yi karşı karşıya getiren meselelerden biri olan güvenlik boyutu, aslında pek çok yerde ortaya konmuş görünüyor. İttifak üyeleri Türkiye’nin terör örgütü olarak kabul ettiği PYD ve YPG’yi açıktan destekliyor, silah gönderiyor ve ülkenin ‘terör tehdidi’ olarak kabul edilmesi gerektiği talebine olumlu yanıt vermiyor. Paktın en büyük üyesi olan ABD, yine Türkiye’nin terör örgütü olarak kabul ettiği FETÖ’nün liderini ülkesinde barındırıyor ve iade taleplerini cevapsız bırakıyor.
Peki, paktın önemli üyelerinden biri olan Fransa tarafından ‘beyin ölümü gerçekleşti’ şeklinde nitelendirilen ve koordinasyonun olmadığı gerekçesiyle eleştirilen NATO’ya, üye olmanın Türkiye’ye sonuçları ne oldu? Sputnik’e Emekli Tümgeneral Ahmet Yavuz ve Emekli Tümamiral Cem Gürdeniz değerlendirdi.

‘Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle olağanüstü askeri coğrafyası, dönemin yöneticileri tarafından Anglo-Amerikan hegemonya emrine verilmiştir’

Emekli Tümamiral Cem Gürdeniz, NATO’nun Avrupa’yı ABD’ye ‘bağımlı hale getirmek’ ve Sovyetleri çevrelemek amacıyla kurulduğunu ifade ederek, Türkiye’nin ittifaka katılmasını şu şekilde özetledi:
“Türkiye’nin NATO üyeliğinin yolu, 12 Mart 1947 tarihinde açıklanan Truman Doktrini ve paralelinde gelişen ABD’nin küresel hakimiyet vizyonu çerçevesinde gelişti. Kenar kuşakta Türk Boğazlarını kontrol eden Türkiye, Balkanlar, Kafkasya, Basra Körfezi ve Süveyş eksenlerinde Sovyetlerin güneye inişini askeri insan gücü ile geciktireceği; temin edeceği hava üsleri vasıtasıyla ABD ve müttefiklerine Sovyetlerin içlerine saldırı imkânı sağlayacağı; güçlendirilecek denizaltı filosu ile Karadeniz’de deniz kontrolüne destek sağlayacağı gibi ana gerekçeleri içeren 15 Ağustos 1946 tarihli Griddle Planı kapsamında değerlendirildi. Bu plan ve sonrasındaki değerlendirmelere göre Sovyetlerin Türkiye’yi işgal planı olmadığı Amerikan ve İngiliz istihbarat raporlarında belirlenmiş olmasına rağmen Sovyet tehdidi 1945-1946 notaları kapsamında canlı tutulmalı ve Türkiye’nin bir savaş durumunda tarafsızlığı mutlaka önlenmeliydi. 1952 yılında Türkiye’nin NATO’ya kabulünü sağlayan asli iki güç Amerikan Dışişleri ve Savunma Bakanlıkları olmuştur. Diğer müttefikler ikna edilerek Türkiye NATO’ya girmiştir. Böylece, NATO’ya alınan Türkiye’nin 5. Madde kapsamında bir savaş başladığında İkinci Dünya Savaşında olduğu gibi tarafsız kalma gibi bir seçeneği kalmayacağı değerlendirilmiştir. Diğer bir deyişle Türkiye’nin olağanüstü askeri coğrafyası, dönemin yöneticileri tarafından Anglo-Amerikan hegemonya emrine verilmiştir.”

‘NATO ve batı hegemonyasının vekili olması Türkiye’yi şüphesiz Kemalizm’den uzaklaştırmıştır’

“Türkiye, 1952-1990 arasında kenar kuşak çevrelemesinin sadık bir vekili olarak NATO savunma planlarına uyum sağlamıştır” ifadelerini kullanan Gürdeniz “Bu sayede NATO altyapı yatırımları üzerinden üsler, hava meydanları, POL Tesisleri, Muhabere alt yapısı, cephanelikler, iskeleler, depolar inşa edilmiş, başta ABD olmak üzere NATO müttefiklerinden hibe veya kredi ile modern savaş malzemesi temin etmiştir. NATO üzerinden savaş doktrinleri ve standardizasyon gibi alanlarda Türkiye’nin bilgi ve tecrübe birikimi sağladığını da burada belirtelim. Ancak her türlü katkıya rağmen NATO’dan temin ettikleri karşısında coğrafyasını kullandırması ve jeopolitik bağımsızlığından taviz vermesi sonuçları itibarıyla kıyaslanamaz. NATO ve batı hegemonyasının vekili olması Türkiye’yi şüphesiz Kemalizm’den uzaklaştırmıştır. Zira kenar kuşakta ABD liderliğindeki NATO hegemonyası asla bağımsız jeopolitik kararlar verecek bir Türkiye istemezdi. 12 Mart ve 12 Eylül müdahalelerinin bir amacı da kenar kuşak güçlendirilmesi ve Türk ordusunun bağımsız savunma politikasına yönelmesinin önlenmesi olduğunu söyleyebiliriz diye konuştu.

‘Türkiye Kenar Kuşak’ın merkezinde, ABD ve NATO ile ilişkilerini sorguluyor’

Siyaset bilimci Nicholas Spykman’ın teorisi olan Kenar Kuşak’ta kırılmalar yaşandığının altını çizen Gürdeniz, “ABD Avrupa'yı Kenar Kuşak içinde tutmak için Ukrayna krizinde bugün yaşandığı üzere her yolu deniyor. Ancak Türkiye de Kenar Kuşağın merkezinde bir ülke ve Türkiye'de de ABD ve NATO ile ilişkiler sorgulanıyor. Çin'in Rusya ile stratejik yakınlaşmasıyla, FETÖ destekli kumpas davalar ve 15 Temmuz FETÖ darbe girişimi en önemli etkenler” ifadelerini kullandı.

NATO’ya katılmak Türkiye’ye neler kaybettirdi?

Bu ittifaka üye olmasıyla Türkiye’nin kaybettiği önemli unsurları sıralayan Gürdeniz, şu ifadeleri kullandı:
“Türkiye'nin kaybettiği en önemli unsur, milli jeopolitik doktrin, konsept üretme süreçlerinde duraksamaya girmesidir. Örneğin1963 yılındaki ‘Kanlı Noel’ olana kadar Türkiye, Kıbrıs gibi Anadolu jeopolitiği için hayati bir alanı bile jeopolitik öncelikleri arasına koymamıştı ya da NATO’da komuta kontrol sahaları dağıtılırken Türkiye'ye sadece Karadeniz verilmiş, Ege ve Akdeniz aynı planda Yunanistan'a bırakılmıştı. Türkiye buna itiraz bile etmemişti. Halbuki Türkiye aynı zamanda büyük bir Akdeniz devletiydi. Dolayısıyla Türkiye'nin NATO planları içinde Avrupa-Atlantik jeopolitiğin bir aracı olmasının, NATO üzerinden böyle bir formata sokulmasının en büyük dezavantajı Türkiye'nin kendi coğrafyasını kendi jeopolitik çıkarları için kullanamaması sonucunu getirmesidir. En büyük zararı bu olmuştur.”

‘Türkiye'de yoğun bir Atlantikçi müesses nizam oluşturulmuştur’

NATO üyeliğinin tüm bunların yanında Türkiye’nin sosyal politikaları ve siyasetini de etkilediğini vurgulayan Gürdeniz “NATO’ya karşı veya ulusalcı Kemalist dış politika ve savunma politikası isteyen partiler ve gruplar zaman içerisinde elimine edilmiştir. Türkiye'de yoğun bir Atlantikçi müesses nizam oluşturulmuştur. Bu medyadan akademi dünyasına, silahlı kuvvetlerden siyasi partilere kadar geniş bir yelpazededir. Bu durum paralelinde Türkiye'nin her koşulda öncelikli olarak kendi çıkarları yerine NATO çıkarlarını öncelemesi gibi dayatmaları getirmiştir. Örneğin Türkiye, Irak Kuveyt'i işgal ettikten sonra o dönemde ve ondan önce oluşan güneyindeki ayrılıkçı Kürt hareketlerinde NATO’nun veya Avrupa Birliği'nin ve genelde Avrupa-Atlantik siyasetin istediği politikalara zorlanmıştır. Örneğin, Çekiç Güç Harekatı'na destek verilmesi gibi” dedi.

‘Türkiye’nin şişirilen Sovyet tehdidi altında ulusal çıkar odaklı, jeopolitik manevra yeteneğini kısıtlamıştır, en büyük kaybı budur’

Soğuk Savaş sonrası Ankara’nın kendi jeopolitik çıkarlarını gözetmesinin büyük bir dirençle karşılaştığını aktaran Gürdeniz “Dolayısıyla Türkiye Soğuk Savaş’ın bittiği 1989’dan 11 Eylül 2001 sonrası oluşan Büyük Ortadoğu Projesi’nin icra safhasına kadar olan dönemde bile pek çok alanda örselenmiştir. Örneğin, Muavenet olayı, örneğin Türkiye'nin Kuzey Irak’ta başlattığı harekata Avrupa-Atlantik yapının karşı gelmesi gibi veya Denizkurdu 99 Tatbikatı sırasında Türkiye'nin Girit’in batısına geçtiğinde ABD tarafından uyarılması gibi, Türkiye sürekli olarak bir formata sokulmuştur. 15 Temmuz darbe girişiminde NATO ülkelerinin tutumu ortadadır. Kaçan FETÖ militanlarına NATO devletleri kucak açmıştır. Özetle NATO, Türkiye ulusal çıkar odaklı, jeopolitik manevra yeteneğini kısıtlamıştır. En büyük kaybı budur diye konuştu.

‘Türkiye NATO ile olan ilişkilerinde, kademeli bir geçişle Finlandiya modeline dönmelidir’

Türkiye’nin NATO ile olan ilişkilerini ciddi bir şekilde gözden geçirmesi görüşünde olan Gürdeniz, şöyle konuştu:
“Burada 1966’da Charles De Gaulle tarafından verilen Fransa kararı, yani askeri kanattan çekilmesi gibi bir durum bile söz konusu olabilmelidir diye düşünüyorum. Kademeli bir geçişle Türkiye Finlandiya modeline dönmelidir. Çünkü bölgede Rusya'yla, Çin'le ortaklığını ve işbirliğini artıran bir Türkiye, esasta Avrasya istikrar ve barışına NATO’ya üye olmaktan çok daha fazla katkı sağlayacaktır. Çünkü Afganistan, Irak, Libya ve Suriye ve son olarak Ukrayna kışkırtmasında yaşanan tecrübeler paralelinde artık Avrupa-Atlantik yapının dengelenmesi gerektiğine inananlardanım. Bugün Rusya ile Türkiye'nin başta ekonomik ve askeri alan olmak üzere her alanda iş birliğinin önemli fırsatlar sunacağını değerlendiriyorum. Çin'in finansal ve ticaret gücü, Rusya'nın kaynakları ve askeri iş birliği sayesinde Türkiye'nin 21. yüzyılda daha barışçıl, dengeli, bir gelecek kuracağına inananlardanım. Bu nedenle Türkiye NATO ile olan ilişkilerini kademeli olarak hafifletmeli, sonlandırmalı ve en sonunda da Finlandiya modeline geçmelidir diye düşünüyorum.”

‘Türkiye NATO’ya girmesiyle, kendisi olmaktan vazgeçti, bölgesinde ittifak çıkarının bekçisi haline geldi’

Hiçbir ittifakın tek başına yararlı ya da zararlı olmadığını söyleyen Emekli Tümgeneral Ahmet Yavuz, Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle çok kaybı olduğuna dikkat çekti. Yavuz “Benim kanaatime göre Türkiye, kendisi olmaktan vazgeçti. Kendisi olmaktan vazgeçmek, konformist bir yaklaşımla kendi savunmasını başkalarına dayandırmak demektir. Siz başkalarıyla eşit ilişki kurabiliyorsanız bunda bir mahsur yok. Ama Türkiye’nin ABD ile kurduğu ilişkiler eşitler arası bir ilişki değildir. Dolayısıyla Türkiye, NATO’nun çıkarlarının bölgesinde bekçisi haline geldi. Benim kanaatime göre, bu sebeple epey şey kaybetti. Kendi savunma sanayisini kaybetti, kendi ayakları üzerinde durma programından vazgeçti. Öykünmelere girdi; her mahallede bir zengin olacaktı. Zenginlerimiz arttı ama kendimiz olmaktan vazgeçtik” dedi.

‘Türkiye bağımsızlıkçı politikalarla kurulmuştu, bunu kaybettikten sonra bir ittifak size iyi olarak ne getirirse getirsin sonuç olarak kötü bir şeydir’

Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı ile beraber kuruluşunun bağımsızlıkçı politikalarla olduğuna işaret eden Yavuz “Kurucu felsefe de buna dayalıydı. Bağımsızlığımızı önemli ölçüde kaybettik. Bunu kaybettikten sonra bir ittifak size iyi olarak ne getirirse getirsin sonuçta kötü bir şeydir, sonunda manzara budur. Ama öbür yandan, dünyanın savaşan ordusu Amerika Birleşik Devletleri, Batı ordularıydı. Ordu, Batı formatına göre teşkil edildi. Subay eğitimi ileri seviyeye geldi. Ama bunlar öbür türlü de olabilirdi tabii. Tüm istihbaratı Batı verdi, yönlendirdi. Yıllarca ‘Sovyetler saldıracak’ diye büyük bir ordu beslendi. Türkiye bu işleri biraz doğru okumadı ve Türkiye’ye pahalıya mal oldu” diye konuştu.

‘Türkiye’nin kendi ulusal çıkarlarına dayalı politikalar geliştirmesi Batı ile ülkeyi karşı karşıya getirdi’

Türkiye’yi NATO’ya Sovyetler Birliği’nin baskılanması ve çevrelenmesi hususunda aldıklarını belirten Yavuz “Daha sonra Yeşil Kuşak içerisinde özel bir rolü vardı. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra da Türkiye’nin jeopolitik önemini ılımlı İslam şeklinde bir model olması tarzında ele aldı. Bir de özellikle Amerika, Orta Asya ülkeleriyle bağ açısından ele aldı ve Türkiye’nin jeopolitik önemini biraz da hafife aldı. İki kutuplu dünya düzeninden tek kutuplu dünya düzenine geçince eski önemini kaybettiğini değerlendirdi. Tabii Türkiye NATO’ya girince bağımsızlığını önemli ölçüde kaybettiyse de hiçbir zaman bağımsızlığını tam olarak kaybetmedi. Dolayısıyla Kıbrıs’ta olsun, Güneydoğu’daki gelişmeler olsun, Suriye’deki gelişmeler olsun, Akdeniz olsun bütün bunlar Türkiye’nin ister istemez kendi ulusal çıkarlarına dayalı politikalar üretmesini gerekli kıldı. Bu gereklilik de Batı ile Türkiye’yi karşı karşıya getirdi. Çünkü onlar kendi kafalarına göre bir Türkiye istiyorlar. Halbuki Türkiye’nin doğası, onların kafasında yaratmak istedikleri rolle pek uygun değil. Dolayısıyla çatışma ön plana çıkmış vaziyette” dedi.

‘İç cephe esastır, bunun bilincinde olarak hareket etmeliyiz’

Yavuz sözlerine şu şekilde son verdi:

“Bir ülke savunmasını, savunma araç ve gereçlerini mutlaka büyük oranda kendisini darda kaldığında başkasına el açmayacak, kendi ayakları üzerinde duracak şekilde organize etmeli. Savunma aracı olarak ordusunu, silahlı kuvvetlerini ve ekonomik, lojistik olarak destekleyecek savunma sanayini de. Tabii, iç cephe esastır. İç cephenin en önemli omurgalarından biri de ordudur. Bunun bilincinde olarak hareket etmek durumundayız.”

Yorum yaz