EKSEN

'Lübnan'a enerji yardımında İran'ın devreye girmesi, ABD için paradoksal bir durum yarattı'

Selim Sezer'e göre, 14 Ekim'de Beyrut'un Tayyune semtinde 'iç savaş provası' yapıldı ancak din ve mezhep temelli şartlar artık yok. Hizbullah'ı 'Hıristiyan karşıtı' gibi sunan Samir Caca'nın 'kirli siciline' dikkat çeken Sezer, iç savaş değil ama siyasi krizin büyümesi ve Mikati hükümetinin uzun ömürlü olamamasının beklenebileceği görüşünde.
Sitede oku
Ekonomik ve siyasi krizin patlama noktasına geldiği Lübnan'da bu kez de 4 Ağustos 2020'deki Beyrut liman faciasının soruşturması nedeniyle gerilim yüksek. Liman patlaması, 'Minyatür Ortadoğu' diye anılan Lübnan'da Hizbullah ve Hıristiyan ortaklarının Hasan Diyab başbakanlığındaki hükümetine mal olmuştu. Lübnan'ı yeniden kriz ortamına atan patlama sorasında aylar sonra kurulabilen Necip Mikati hükümetinin IMF ile kolları sıvadığı bir dönemde bu sefer sokaklarda iç savaş manzaraları oluştu.
14 Ekim'de davanın ikinci savcısı Tarık Bitar'ın hamlelerini Adalet Sarayı'na yürüyerek protesto etmek üzere gösteri düzenleyen Şii Hizbullah ve Emel partilerinin taraftarlarının üzerine keskin nişancı ateşi açıldı. 7 kişinin öldüğü onlarcasının yaralandığı, sokak ortasında RPG kullanımına varan çatışmalardan, Sabra ve Şatila katliamlarının da sorumlularından olan falanjistlerin Lübnan Kuvvetleri partisi ve lideri Samir Caca sorumlu tutuluyor. Olay günü ABD Dışişleri Bakanlığının üst düzey yöneticisi Victoria Nuland'ın Beyrut'u ziyaret etmesi de dikkat çekti.
Ardından Hizbullah lideri Hasan Nasrallah, Şii partilerin Hıristiyanlara karşıt gösterilmeye çalışıldığını ancak Suriye'de yaşananların da ispatladığı gibi aksine onların asıl koruyucuları oldukları mesajı verdi.
Lübnan'daki kriz halini İstanbul Gedik Üniversitesi'nden Selim Sezer ile konuştuk.

'Beyrut liman patlamasının hakiminin seçici davrandığını görüyoruz'

Selim Sezer'e göre, Şii ve Hıristiyan partilerin katliamla sonuçlanan protesto gösterisinin sebebi hakim Tarık el Bitar'ın 'seçici politikaları'. Bitar'ın Suudi Arabistan, İsrail ve aynı zamanda ABD’nin ajandaları doğrultusunda hareket ettiği algısı bulunduğunu belirten Sezer, Bitar'ın Beyrut patlamasına yol açan amonyum nitratın limanda saklandığı dönemde görev yapmış üst düzey yetkililerin soruşturma dışı tutmaya özen göstermesinin gerçekten de şüphe çekici olduğunu vurguladı. Sezer olayların Lübnan içindeki siyasi hesaplaşmalarla yakından ilgili olduğunun altını çizdi:
“14 Ekim Perşembe günü yaşanan bir saldırı süreciydi. Adalet sarayı üzerinde bir protesto gösterisi gerçekleştirilecekti. Hizbullah, Emel ve yine 8 Mart Koalisyonu içerisinde yer alan Hristiyan Parti, Marada tarafından düzenlenen bir protesto gösterisiydi. Esasen liman patlaması soruşturmasının yargıcı olan Tarık el-Bitar'a yönelik bir protestoydu. Sebebi şu; birkaç haftadan beri Tarık el-Bitar üzerinden süregelen tartışmalar var. Bitar bu soruşturmanın ikinci yargıcı, daha önce Fadi Savvan tarafından yürütülüyordu. Emel hareketinin iki milletvekilinin bazı itirazları sebebiyle Yargıtay’a taşıması ve Yargıtay’ın da Savvan’ı görevden alması sonrası soruşturmanın başına Bitar getirilmişti. Bazı dış oluşumlar Suudi Arabistan, İsrail ve aynı zamanda ABD’nin ajandaları doğrultusunda hareket ettiği ve onlara yakınlık duyduğu yönünde genel bir eleştiri zaten var. Daha somut olarak ise Bitar’ın soruşturmaya dahil edeceği kişiler konusunda oldukça seçici davrandığını görüyoruz. Zaten eleştiriler de bundan kaynaklı. Bazı üst düzey isimler özellikle Emel hareketinden soruşturmaya dahil edildi ve ifade vermeleri istendi. Ali Hasan el Halil bunlardan bir tanesiydi. İfade vermeye de gitmediği için hakkında tutuklama kararı çıkarıldı. Protesto gösterisi esasen bundan sonra düzenlendi. 12 Ekim Salı günü yapılan hükümet toplantısında da bir kriz çıktı. Hizbullah ve Emel’in toplamda beş bakanı var, onlar Bitar’ın görevden alınmasını istedi. Çünkü birçok kişiyi soruşturmanın dışında bırakıyor. Örneğin 2013’ten beri amonyum nitratın limanda saklandığı bilinmekle birlikte 2013’ten 2020’ye kadar olan sürede görev yapmış başbakanlar ve diğer yetkililerin önemli bir bölümü soruşturmanın dışında tutulurken, sadece 2020 Ocak başında başbakan olan Hassan Diyab’ın soruşturmaya dahil edilmesi gibi seçici davranma, siyasallaştırma suçlamaları var. En son da Ali Hasan el Halil’in tutuklanmasına karar verilmesi sebebiyle düzenlenmiş bir protesto gösterisiydi. 12 Ekim’deki kabine toplantısındaki krizin hemen arkasından gerçekleşti. Zaten gergin bir ortamda gerçekleşirken beklenmedik şekilde Lübnan kuvvetleri olarak adlandırılan grupların ateş açması ve 1 sivil kişiyle birlikte 7 kişinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlandı. Dolayısıyla içerideki siyasi meseleler ve hesaplaşmalarla yakından bağlantısı var."

'Nuland’ın Beyrut'a gittiği gündü'

Sezer, olayları dış unsurlarla da ilişkilendirmenin mümkün olduğu görüşünde. 14 Ekim'da sokağa taşan şiddet olayları sırasında ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Victoria Nuland'ın Beyrut'u ziyaret ettiğini belirten Sezer, doğrudan bağlantı görünmesine karşılık Nuland'ın Hizbullah karşıtı ve Lübnan'a dış mali yardımla ilgili söylemlerinin dikkat çekici olduğunu vurguladı:
"Aynı zamanda yargıcın uluslararası aktörlere yakınlığı yönünden dış unsurlarla ilişkilendirmek mümkün. Bu olayın yaşandığı gün aynı zamanda ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Victoria Nuland’ın Beyrut'a gittiği gündü. Nuland’ın yaptığı açıklamalar vardı. ‘Bu güzel ülkeyi eski günlerine geri döndüreceğiz’ derken Lübnan’ın birtakım unsurlardan kurtarılmasından bahsediyordu. İsim vermemekle birlikte esasen Hizbullah’ı kastetti. Aynı zamanda tamamen batmış olan ve bütünüyle çıkmazda görünen ekonominin düzlüğe çıkarılabilmesi için Lübnan’ın IMF ve Dünya Bankası ile hızlı bir şekilde ilişki kurması ve kredi alması gerektiğini söyledi. Liman soruşturmasına da gönderme yaparak ‘bağımsız ve şeffaf’ bir yargı vurgusu yapmıştı. Bütün bunlarla aynı gün içerisinde gerçekleşti. Bu çok doğrudan bir bağlantı kuracak bir veri elimizde yok. Ama tüm bu tartışmaların yapıldığı ve bu sözlerin söylendiği bir zaman içerisinde gerçekleşmiş bir şey bu.”

'Enerji yardımında İran'ın devreye girmesi, Amerika’nın paradoksal bir duruma girmesine sebep oldu'

Selim Sezer Lübnan'daki enerji krizi ve İran'ın yardım için attığı adımlara ABD'nin kendi yardım yöntemiyle yanıt vermesinin enteresan bir bilek güreşini ortaya koyduğunu anımsattı. Sezer, İran'ın Lübnan'a yolladığı yakıta karşı Mısır ve Ürdün seçeneklerini gündeme taşıyan ABD yönetiminin bu uğurda Suriye'yi hedef alan Sezer yaptırımlarını delmek zorunda kaldığını vurgularken, bu kapışmadan her koşulda Lübnanlıların faydalandığını belirtti:
“Enerji krizi gerçekten enteresan sonuçlar doğurdu. Hepimiz vaziyetin ne kadar vahim olduğunu takip ediyoruz. Hastaneler yoğun bakım hizmetleri dışında genelde hizmet veremez hale gelmiş. Santraller, fırınlar enerji yokluğu nedeniyle şalter indiriyor ve birçok yerde ekmek bile üretilemiyor. 10 gün kadar önce başkent Beyrut’un tamamen karanlığa büründüğünü gördük. Ülke genelinde çok ciddi bir enerji krizi yaşanırken İran bir düzeyde devreye girdi. Suriye üzerinden Lübnan’a yakıt gönderdi. Hizbullah da ağırlıklı olarak sivil toplum kuruluşlarına vererek ve halka ileterek bu yakıtın alınmasını sağladı. Tabii ki yakıt krizini çözecek kadar büyük bir enerji miktarından bahsetmiyoruz. Ama sembolik ve siyasi anlamı vardı. Öyle ya da böyle bu krizin içerisinde bir giriş oldu. Suriye üzerinden oldu. Sezar yasasına rağmen hem İran hem Suriye üzerinden geliyor hem de Lübnan üzerinde adı konulmamış bir ablukanın delinmesi gibi bir durum oluyor. Amerika burada şu yolu izledi. Madem İran yakıt gönderiyor, o zaman ben de Mısır üzerinden yakıt gönderilmesini sağlarım. Çünkü İran’ın burada kendisine bir alan açmasını istemiyorum. Aynı zamanda bu iç siyasete yönelik de bir müdahale olarak yorumlanmaya açık ve tabii ki bir düzeyde de gerçekten de böyle. İran’ı ve ona yakın olan siyasi hareketlerin lehine bir sonuç üretmemesi için kendine yakın olan aktörler üzerinden yakıt sağlamaya çalıştı. Mısır üzerinden, Ürdün de bir düzeyde işin içine girdi. Buradan kendisine bir alan kaptırmamak için yaptığı bir müdahale. Ama sonuç olarak kendi yaptırımlarının da delinmesi. Çünkü onun da bir kısmı Suriye üzerinden geçecek. Yine Lübnan üzerindeki adı konulmamış ablukanın delinmesinde bizzat kendisi işin içine girmiş oldu. Son tahlilde Lübnanlıların lehine bir durum. Gerçekten enerji, ekmek ve su gibi ihtiyaç duyulan bir kaynak. Bunun sağlanması bakımından olumlu oldu. Aynı zaman da Amerika’nın böyle paradoksal bir duruma girmesine sebep oldu.”

‘Samir ve ekibi, Hizbullah’ı Hristiyan düşmanı göstermeye çalışıyor ama sicili kirli ve topluma verebileceği bir şey yok'

Selim Sezer, 14 Ekim katliamının ardından Hizbullah lideri Hasan Nasrallah'ın televizyondan hitabındaki vurgulara ve açıkça Lübnan Kuvvetleri ile lideri Samir Caca'yı sorumlu tutmasına dikkat çekti. Sezer'e göre, Hizbullah yaşananların, Lübnan Hıristiyanlarını Şiilerin düşmanları olduğuna ikna etmek için kurgulandığı okuması yapıyor. Lübnan Kuvvetleri'nin de sicili kirli Samir Caca'nın da topluma sunabileceği bir şeyleri bulunmadığını vurgulayan Sezer, özellikle Suriye'de Caca ve falanjistler el Kaide ve IŞİD'e alkış tutarken, Şii partilerin Hıristiyanların asıl koruyucuları olduklarına atıfta bulundu.
“Nasrallah’ın yaptığı konuşmanın büyük bölümü çok şiddetli bir Lübnan kuvvetleri eleştirisi üzerineydi. Aynı zamanda yoğun bir şekilde Lübnan Hristiyanlarına yapılan gönderme. Şu vurgulanıyor. Lübnan kuvvetleri Samir ve ekibi, Hizbullah’ı bir Hristiyan düşmanı olarak göstermeye çalışıyor ve kendisine buradan siyasi bir alan açmaya çalışıyor. Bir dipnot atayım, Lübnan kuvvetlerinin de Samir Caca’nın da topluma sunabileceği bir şey yok. Lübnan toplumu zaten genel olarak eski siyasi hareketlerden bıkmış durumda. Hele hele Samir Caca gibi sicili bu kadar kirli, yıllarca hapis yatmış bir adam. Topluma sunabileceği hiçbir şey olmadığı için 'Hristiyanlar tehdit altında' söylemi geliştiriyor. Buradan da bir Hristiyan kitlesi oluşturmaya çalışıyor. Nasrallah’ın iddiasına göre amaçlarından bir tanesi Lübnan Hristiyanları bir bölgede toplayıp belki onları ayrı bir devlet haline getirmek ve orayı yönetmek. Vurgu bu yönde, 'Hristiyanlar tehdit altında ve biz koruyacağız' diye. Nasrallah’ın vurgusu, 'Suriye’de de Suriye Hristiyanlarını biz koruduk'. Hepimiz zaten bu süreçleri izledik. Lübnan kuvvetleri, IŞİD ve El Kaide lehine açıklamalar yapıyor, 'Suriye devrimi' tabirleri kullanıyorlardı. Bunların dışında 2000 sonrasındaki süreçte de Hizbullah’ın herhangi bir şekilde Hristiyan topluluklara karşı intikamcı olmadı. Çünkü orada İsrail ile işbirliği yapmış ve ağırlıklı Hristiyanlardan oluşan bir Güney Lübnan ordusu meselesi vardı. Hizbullah herhangi bir şekilde intikamcı olmadıklarını, Hristiyan nüfusu koruduklarını ve Hristiyan partiyle ittifak yaptıklarını söyledi."

'100 bin silahlı güç vurgusu, Caca aklını başına alsın mesajı'

14 Ekim gösterisine Hıristiyan partisi Marada taraftarlarının da katıldığını, Cumhurbaşkanı Aun'un partisinin Hizbullah'la ittifakının da sürdüğünü anımsatan Sezer, Nasrallah'ın '100 bin silahlı güç' vurgusuyla Caca'ya 'aklını başına alması' mesajı yolladığını vurguladı:
Şu anda Lübnan’da bir sürü parti Hristiyan partisi, bir tanesi Marada zaten bu gösteriye katılanlardan biriydi, bir de Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ın partisi onlarla zaten ittifakları sürüyor. Yani Hristiyan partilerle ittifakları devam ediyor. Nasrallah’ın yapmış olduğu konuşmada bir vurgu daha önemli. Biz iç savaş istemiyoruz diyor. Olursa da 100 bin kişilik gücümüz var diyor ve bunlara diğer unsurlar, aktivistler dahil değil, 100 bin silahlı askerden bahsediyor. ‘Samir Caca aklını başına alsın’ anlamına geliyor, sanırım direkt bu tabirle de kullandı. Nasrallah böyle bir gözdağı da verdi.

'14 Ekim'de Tayyuna'da bir iç savaş fragmanı gördük'

Sezer, 14 Ekim'de Tayyuna'da 'iç savaş fragmanı' görüldüğünü belirtirken, en başta Lübnan halkının geçmiş deneyimlerle böylesine bir savaşı istememesi nedeniyle yaşananların iç savaşa evrilmesini beklemiyor. Sezer, Lübnan'da yaşananların din ve mezhep değil siyasi ayrımların belirleyeceği bir siyasi kriz olduğunu vurguladı:
"14 Ekim’de Beyrut’ta Tayyuna mahallesinde bir iç savaş fragmanı gördük. Hem pusunun kendisi hem arkasından milis güçlerinin gelişi ve yaşanan çatışmayla. Eğer 1975 koşullarından olsaydık muhtemelen buradan gerçekten bir iç savaş çıkacaktı. 13 Nisan 1975’deki Filistinli işçileri taşıyan minibüse yapılan saldırı, Falanjistler tarafından yapılan saldırıyı düşündüğümüzde -ki gerçekten çok benzerlik var- o olay bir iç savaşın katalizörü olmuştu. Çünkü 1970’lerin başlarından itibaren çok fazla dinamik birikmişti. Son yaşanan süreç böyle bir sonucu üretmediyse ve çok yakında bunun olabileceğine dair gösterge yoksa iç savaş koşullarının oluşmadığını ifade etmek gerekir. Bunda en önemli sebep tarafların bunu istememesi, halkın 15 yılın deneyimlerinden hareketle en fazla korktuğu şeyin iç savaş olması. Dolayısıyla bu düşük bir ihtimal. Ama Lübnan söz konusu olduğunda her zaman ihtimal dahilinde. Olası bir iç savaş Lübnan güçleri arasında olacaktır ve herhangi bir şekilde dini ve mezhepsel topluluklar arasında olacak bir şey değildir. 1960’lardan bu yana Lübnan’daki bütün iç savaş ve benzeri savaş süreçlerinde din ve mezhep bir düzeyde rol oynamış ama hepsinin sosyal sınıflar, sınırsal meseleler de dahil olmak üzere başka başka arka planları da var. Şu anda da herhangi bir şekilde din ve mezhep faktörüyle açıklanacak türden bir krizi değil. Siyasi bir kriz, siyasi taraflar ve partiler arasındaki gerginliğin hat safhada olduğu bir süreç."

'İç savaş değil ama siyasi krizin büyümesi, Mikati hükümetinin uzun ömürlü olmaması beklenebilir'

Sezer yakın vadede iç savaş beklemese de siyasi krizin büyümesini bekliyor. Yeni kurulan Mikati hükümetinin güçlüklerine atıf yapan Sezer, Beyrut patlaması soruşturmasının birçok yan krizle birleşeceği ve hükümetin uzun ömürlü olamayacağı değerlendirmesinde bulundu:
"Şu anda yakın vadede bir iç savaş doğru evrilmesini beklemiyorum. Ama siyasi krizin büyümesini bekliyorum. Mikati hükümeti yeni kuruldu, şu an ciddi bir krizde. Hem 12 Ekim’de Beyrut'un karanlığı gömülmesiyle görülen kriz de var. Mikati yola devam edebilecek mi, bakanları kalacak mı belli değil. Mikati Mişel Avn’la görüştü, sonrasında açıklama da yapılmadı. Ama sıkıntılı bir şeyin olduğu anlaşılıyor. Cibran Basil’in de demeci var, 'soruşturmanın devam etmesini ve tüm sorumluların yargı önüne çıkarılmasını istiyoruz' diyerek Bitar’a zımni bir destek gibi yorumlanabilir. Bu bir siyasi krize dönüşecektir. Soruşturma süreci birçok başka yan krizler doğuracak, kaçınılmaz. Hükümetin uzun ömürlü olmasını beklemiyorum çünkü çok karma bir hükümet.”
Yorum yaz