ABD yönetimi 21. yüzyılda en önemli uluslararası politika aygıtına çevirdiği yaptırımları, bu kez hasım gördüğü ülkelerin ötesinde NATO'daki müttefiki Türkiye'ye karşı devreye soktu. Rusya, Çin, İran ve Kuzey Kore gibi ülkeleri hedef seçen ABD'nin Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Yasası (CAATSA) Rusya Federasyonu'ndan S-400 sistemleri alımı nedeniyle uygulanmaya başlandı. ABD'nin yaptırım siyasetinin hedefleri, sonuçları ve Ankara'nın atabileceği adımlar, Türkiye kamuoyunda yoğun tartışma konusu.
Gelişmeleri Marmara Üniversitesi'nden Prof. Barış Doster ile konuştuk.
'ABD, Türkiye'nin kendi önceliklerine göre konum almasını istiyor'
Prof. Barış Doster, ABD'nin 2017'de dünya gündemine taşıdığı CAATSA yaptırımlarının 'hasım devletler' olarak zikredilen rakip devletler için devreye sokmuşken ilk kez 'sadık bir müttefiki' olan Türkiye'ye bunları uygulamasına dikkat çekti. Doster'e göre buradaki amaç Türkiye'nin ABD’nin önceliklerine göre konum alması ve hiza verilen bir devlet olması:
“ABD ve Türkiye ilişkileri yapısal olarak sorunlu ilişkilerdir. İki ülkenin hacimleri, ölçekleri, devlet kapasiteleri, ittifak ilişkileri, öncelikleri, menfaatleri, tehdit tanımları ve algıları mukayese edilirse arada büyük bir fark olduğu, uçurum olduğu hatta zıtlaşma olduğu görülür. 2017’de dünyanın gündemine gelen CAATSA yaptırımları ABD’nin hasım devletler olarak zikrettiği, savunma strateji belgelerindeki rakip devletler, ABD hegemonyasına meydan okuyan devletler olarak sıraladığı devletler için gündeme gelmişti. Rusya Federasyonu var. Bu devletler arasında zikredilen ama CAATSA uygulanmayan Çin Halk Cumhuriyeti var. Her zaman ABD’nin olağan şüpheliler listesinde adlarını sıraladığı İran İslam Cumhuriyeti, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti var. Ama ilk kez bir NATO müttefikine, üstelik çok sadık bir müttefikine, 1952’den bu yana NATO için olağanüstü fedakarlıklarda bulunan ve NATO’nun en büyük ikinci ordusuna sahip olan müttefikine yani Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı bu gündeme geldi. Çünkü ABD, Türkiye’nin tamamen ABD ölçeğinde dünyaya bakmasını, ABD’nin önceliklerine göre konum almasını, aynı soğuk savaş yıllarında olduğu gibi ABD tarafından hiza verilen bir devlet olmasını istiyor."
'Türkiye emperyalizmle samimi ölçekte mücadele edebilecek bir kuvvetten yoksun'
Doster, ABD'nin CAATSA ile ilgili attığı adıma karşın Türkiye'de somut bir karşılık görememesini ise Türkiye'de milliyetçi muhafazakarından liberali ve sosyal demokratına uzanan cephede anti-emperyalist bir hava bulunmamasına bağladı. Anti-emperyalist siyasetin akıl ve bilim seferberliği, emek seferberliği ve iç üretim seferberliği gerektirdiğini belirten Doster, bunun koşulunun da ancak anti-kapitalist ve yüzü sola dönük bir harekette bulunabileceğini dile getirdi. Doster'e göre Türkiye bu açıdan emperyalizmle samimi ölçekte mücadele edebilecek bir kuvvetten yoksun:
"Türk siyasetindeki mevcudu ve öncesiyle, merkezin sağı ve soluyla milliyetçi muhafazakarından liberalinden sosyal demokratına kadar bir anti Amerikancı hava yok. Çünkü anti emperyalist olmak çok kolay iş değildir. Sloganlarla, söylevlerle geçiştirilemez. Bunun için bir akıl ve bilim seferberliği gerekir, iki emek seferberliği gerekir, iç üretim seferberliği gerekir. Anti kapitalist olmayan bir siyasetin bir yüzünü sola dönmemiş bir siyasetin iki anti emperyalist olması da kolay kolay beklenemez. Bunun kimi istisnai dönemleri olabilir. Mesela İran İslam Cumhuriyeti örneğinde olduğu gibi. Ama bunlar istisnai durumlardır. Kategorik olarak baktığımızda asıl olanın anti kapitalist olan ve yüzü sola dönük bir hareket olduğu görülür, eğer anti emperyalizm konusunda bir samimiyet söz konusuysa. Türkiye ne üretim ne emek seferberliği ne ekonomisinin direnci ne endüstriyel altyapısı anlamında emperyalizmle bugün samimi ölçekte mücadele edebilecek bir kuvvetten yoksun. Dahası büyük devrimci önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ısrarla vurguladığı ve nutukta kayda geçtiği üzere emperyalizmle mücadele için öncelikle iç cephenin tahkim edilmesi, içeride bütünlüğün kuvvetlendirilmesi, pekiştirilmesi gerekir. Atatürk esas olan iç cephedir der. O yüzden iç cephede bu kadar kutuplaştırma, şeytanlaştırma, dışlama, ötekileştirme söz konusuyken emperyalizmle mücadele çok kolay değildir.”
‘Türkiye, Kıbrıs Barış Harekatı’nı bedelini göze alarak gerçekleştirdi, bugün o koşullar yok’
Kıbrıs Barış Harekatı’nda Türk siyasetinin tüm taraflarının bir arada hareket edebildiğini anımsatan Doster, şu anki dünya ve Türkiye koşullarının böyle kararlar almaya uygun olmadığına dikkat çekti. Doster, "Yapısal olarak Amerikancı bir iktidardan sahada çok fazla ABD karşıtı net bir tavır beklenmemelidir. Bu iç siyasette söylemde karşılık bulur” vurgusu yaptı:
“İç siyasete oynanıldığı çok aşikar, bu doğaldır. Her hükümet bir dış politika başarısından bir diplomatik kazanımda iç siyasette de kimi çıktılar elde etmek ister. Bunu Bülent Ecevit de yapmıştır, ‘Ben adımı Kıbrıs Barış Harekatı hareketine borçluyum’. Tansu Çiller de yapmaya gayret etmiştir, Kardak krizi döneminde. Mevcut iktidar bloku da yapmaya çalışıyor, bu anlaşılabilir bir şeydir. Ancak 1970’lere gittiğimizde durum, dünya konjonktürü ve Türkiye iç siyaseti farklı. O zamanlar bir soğuk savaş söz konusuydu. Varşova Paktı NATO vardı, Sovyetler Birliği’nin öncülüğü ABD’nin öncülüğü vardı. Sosyalist komünist blok ve karşısında kapitalist liberal blok vardı, dünya farklıydı. Türk iç siyasetinde birbiriyle kolay kolay bir araya gelemeyecek olan güçler, siyasal partiler, akımlar bir araya gelebilmişler. Yiğidi öldür hakkını yeme derler. Demirel’i de Erbakan’ı da Ecevit’i de rahmetle analım. İncirlik dahil olmak üzere ABD üs ve tesisleri söz konusu olduğunda o konuda birlikte tavır almışlardı, haşhaş ekiminde birlikte tavır alabilmişlerdi. Kıbrıs Barış Harekatı’nda beraber durabilmişlerdi. O bağlamda ABD üslerinin açılması ancak 12 Eylül 1980 Amerikancı darbesinden sonra olabildi. Dönemin Türk siyaseti, iç kamuoyu bunun maliyetine katlanmak, bedelini göze almak pahasına bir arada durabilmişti. Merkez sağı ve merkez soluyla beraber koalisyon hükümetleri de buna dahil. Öyle bir dünya ve öyle bir Türkiye vardı. Şimdi öyle bir dünya ve Türkiye var mı? Yapısal olarak Amerikancı bir iktidardan sahada çok fazla ABD karşıtı net bir tavır beklenmemelidir. Bu iç siyasette söylemde karşılık bulur.”
‘NATO savunma ve güvenlik örgütü değil emperyalizmin işgal ve saldırı aygıtı'
Prof. Doster'e göre, AB de son zirvesinde Türkiye'ye yönelik yaptırımları tartışıp sonra 'eveleyip geveleyerek' topu ABD'ye ve NATO'ya attı. NATO'nun bir 'savunma ve güvenlik örgütü' olmadığını, ABD 'emperyalizminin işgal ve saldırı aygıtı olduğunu' söyleyen Doster, ittifakın Soğuk Savaş döneminde de sosyalist bloğun ötesinde bizzat müttefiklerin iç siyasetleri, sivil asker bürokrasisi, iş dünyasını, akademiyası ve medyasını hizaya sokmak için kurulduğunu anımsattı. Doster Soğuk Savaş'ın ardından bir sürü 'tehdit' yaratıldıktan sonra NATO'nun 'düşmansız' kaldığı için yeniden Rusya ve Çin'in anılmaya başlandığını dile getirdi. Doster'e göre bu koşullarda jeopolitik öneminden ötürü ABD Türkiye'den vazgeçemez, Türkiye'deki iktidar bloku ise Amerikancı doğasından ötürü dış siyasetteki direnci sınırlı kalır:
“AB zirvesi, Türkiye’ye karşı bir yaptırım kararı alamadı. Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ın onca ısrarına ve Fransa’nın da desteklemesine rağmen topu ABD’ye attı. Joe Biden 20 Ocak’ta koltuğa otursun, biz Mart 2021’de ABD’nin tavrına göre Türkiye’ye ilişkin yaptırım önerilerini gündeme alırız şeklinde eveledi geveledi, topu taca attı. Bu işin Atlantik blokundaki görünümü. NATO bir savunma ve güvenlik örgütü değildir. Bunu söyleyen meslektaşlarım doğruyu söylemiyorlar. NATO, ABD emperyalizminin işgal ve saldırı aygıtıdır. NATO, Varşova Paktına, komünizme, sosyalizme, Sovyetler Birliği’nin öncülük ettiği bloka karşı kurulmanın ötesinde asıl NATO, ABD işgal ve saldırı aygıtı olarak NATO üyelerine hiza vermek için, müttefiklerin iç siyasetini, sivil asker bürokrasisini, iş dünyasını, akademiyasını, medyasını hizaya sokmak için kurulmuş bir örgüttür. Biz bunu Türkiye’deki örneklerinden de biliyoruz, Almanya’dan da İtalya’dan da biliyoruz. Sovyetler Birliği’nin dağılması, Doğu blokunun tarihe karışması, Berlin duvarının çökmesiyle NATO düşmansız kaldı. Bunu benim gibi anti emperyalist sol Kemalist cumhuriyetçi bir adam söylemiyor. Bunu bizzat Fransa’nın Cumhurbaşkanı söylüyor NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti diyerek. O yüzden NATO’ya bir düşman aranıyor. Soğuk savaş bittikten sonra sınır aşan suçlar dediler. İnsan kaçakçılığı, nükleer madde kaçakçılığı dediler, radikal İslami hareketler dediler, inandırıcı olmadı. Çünkü arkasında zaten ABD ve NATO emperyalizmi var. Şimdi o yüzden NATO’ya bir düşman aranıyor ve olağan şüpheliler de belli. Hasım devletler olarak öncelikli adı zikredilen Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti, devamında da Kuzey Kore, İran, Bolivya, Küba, Venezüella, Suriye gibi devletler. Türkiye’ye karşı daha ileri bir hamle olmaz. Çünkü Türkiye jeopolitik konumuyla, Ortadoğu’daki ağırlığıyla, Müslüman kimliğiyle ve ikinci en büyük ordusuyla NATO içindeki, ABD’nin kolay kolay vazgeçemeyeceği bir devlettir. Türkiye’nin iktisadi ölçekte kırılgan olması, iç siyasetteki gereksiz yersiz kutuplaşma, dış baskılara karşı maalesef direncimizi aşağıya çekmektedir. İktidar blokunun Amerikancı olmasından bağımsız söylüyorum bunu.”