Uzman, 1970’li yıllarda geliştirilen ‘Arktika’ tipi buzkıranın, buzları kırmaya yardımcı olan kalın dış ve ondan da kalın olan iç gövde olmak üzere çifte gövdeye sahip olduğuna ve bu iki gövde arasında safra olarak deniz suyunun kullanıldığına dikkat çekti.
Popüler inanışın aksine buzkıranların buza çarpmadığını, üzerine çıkarak onu kendi ağırlığıyla kırdığını kaydeden Larson, bu konuda buzkıranın diğer gemilere göre daha az keskin olan baş bodoslamasının önemli rol oynadığına işaret etti.
Yazıda, “Aslında buzkıran, buzun üzerine çıkıyor ve çatlayana kadar onun üzerinde oturmuş oluyor” dendi.
‘Arktika’nın açık okyanusta yüksek hıza sahip olmamasına rağmen 3 metre kalınlığında buzları kırabildiğini vurgulayan uzman, Rus buzkıranın diğer bir özelliğinin de buzu daha ince hale gelmesini ve kırılacak yeri daha öngörülebilir olmasını sağlayan sıcak buhar tabancası olduğunu yazdı.
Ayrıca 3 pervaneyi hareket ettiren nükleer reaktörlere dikkat çeken Larson, “Arktika, yakıt ikmaline ihtiyaç duymadığı için neredeyse sınırsız seyir menziline sahip” diye yazarak gemiyi sınırlandıran tek şeyin mürettebatın içme suyu ve gıda gibi ihtiyaçları olduğunu kaydetti.
“Hatta kaza bile bu dev gemi için sorun değil” diye ekleyen ABD’li uzman, buzkıranın yedek parçalarla donatıldığını, bu sayede seyir halindeyken onarım çalışmalarının yapılabildiğine dikkat çekti.
Küresel ısınmaya rağmen dünya genelinde buzkıranlara olan ihtiyacın giderek arttığının altını çizilen yazıda, “Arktika’ya ilgi gösteren her bir ülke buzları kırmak zorunda kalacak. Zafer, oraya ilk varanın olacak. Moskova bu anlamda büyük üstünlüklere sahip” ifadesine yer verildi.