Yeni tip koronavirüs (Kovid-19) pandemisinin çok kısa sürede atlatılması bir tarafa, ikinci bir dalganın dahi gelebileceği söylenirken dünya çapında tam bir belirsizlik hakim. Gelişmiş Batılı ülkelerin derinden sarsıldığı ve kaynak seferberliğine sarıldığı ortamda, koronavirüs'ün insanlık için 'yeni bir milat olup olamayacağı' tartışılıyor. Kimileri yaşananların dünya çapında bir radikal reform fırsatı yarattığını belirtirken, Büyük Buhran ve 1930'ların ortamına dönüşten söz edenler de eksik değil.
Koronavirüs olgusunun dünyanın gidişatında olası etkilerine dair tartışmaları Oda TV yazarı, akademisyen Dr. Barış Zeren ile konuştuk.
‘Sorgulamanın ilk hedefi neoliberal ekonomik düzen olması açısından koronavirüs bir milat’
Barış Zeren'e göre, yeni tip koronavirüs (Kovid-19) pandemisi bir anlamda daha şimdiden insanlık için 'milat'. Pandeminin daha önce sadece aydınların dile getirdiklerinin geniş kitlelerce görünür olmasını sağladığını belirten Zeren, virüsün bütün büyük siyasi ve ekonomiksistemlerin aslında ne kadar çürük olduğunu ortaya serdiğini vurguladı. İlk hedefin, 1970’lerden itibaren sağlık sistemini, eğitimi de özelleştiren, bütün toplumu başta finansa kesimiyle iş adamlarının çıkarlarına ve karar alma mekanizmalarına emanet eden neoliberal düzen olduğunu belirten Zeren, politikacıların üretimden ve ulusal ekonominin öneminden bahseder hale gelmesindeki ironiye dikkat çekti:
“Bir milat oldu, bir dönüm noktası oldu. Zaten bu tip büyük bunalımlar, krizler bir tür kitlelerin nezdinde bazı şeylerin sorgulanmasına zemin hazırlıyor. Daha önce entelektüel planda söylenmiş birçok şeyin bir şekilde kitlelerce görünmesine yol açıyor. Bunun en dramatik örneği Birinci Dünya Savaşıdır. Savaş sırasında kitlelerin ani dönüşü 20. Yüzyılı değiştirmiştir. Rusya, Almanya, dünyanın her tarafında 1914’teki kitleler 1917’de yoktur. Bambaşka motivasyonlarla hareket etmişlerdir. Dönüşmüştür bütün dünya, 20. yüzyıl böyle başlamıştır. Koronavirüs de böyle bir milat. Bir dünya savaşı kadar radikal değil belki. Koronavirüs ile büyük görünen siyasi ve ekonomik sistemlerin, teknokratlarca, uzmanlarca yönetilen bu sistemlerin aslında ne kadar çürük olduğunu bir yandan gösterdi. Yani asıl mesele sağlık sisteminin hazırlıklı olması meselesi.
Virüsün çok metafizik bir lanetli öldürücülüğü değil mesele. Başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere dünyanın en büyük ekonomileri bu konuda inanılmaz bir kötü sicil gösterdiler. Sağlık sistemleri sapır sapır döküldü. Bu kitleler nezdinde sorgulanır olmaya başladı. Sorgulamanın ilk hedefi neoliberal ekonomik düzen. 1970’lerden itibaren sağlık sistemini, eğitimi de özelleştiren bütün toplumu başta finansa kesimiyle iş adamlarının çıkarlarına ve karar alma mekanizmalarına emanet eden bir sistem neoliberal düzen. İlk fatura buna kesildi. Daha önceden aslında bu sistemin sorgulanması söz konusu. Ama koronavirüs çok net bir dönüş ortaya çıkardı. Macron örneğin bir fabrikadan açıklama yaptı.
Macron neoliberal politikalarda emeklilik, sosyal güvenceler olsun bunların çözülmesinde çok ısrarcı bir politikacı olarak biliniyor. Koronavirüs başlayan kadar Sarı Yelekler hareketi vardı. Macron ilk defa bir fabrikaya gitti. Michelin gibi büyük şirketlerini maske ve solunum cihazı üretmek üzere seferber ettiklerini büyük bir gururla duyurdu. Koronavirüs ile mücadelede ne üretilecekse Fransa’da üretmeliyiz dedi. Bu bir Çin’den ticaret kodlarına yönelik de bir uyarı. Fransa için bu üretimlerin stratejik birtakım girdileri olduğunu ve bu yüzden de Fransa’nın kendisinin üretmesi gerektiğini söyledi. Trump,General Motors gibi büyük Amerikan devlerine üretim emirleri yağdırdı. Hatta ağır kaldıkları gerekçesiyle daha da sert söylemlerde bulundu.
Buradan çıkan sonuç şu; kendiliğinden bir şekilde çok doktrinler değil ama politikacılar da üretim ve sanayi seferberliği sloganına sarıldılar. 70’lerden beri yükselen finans ekonomisi ve küreselleşme eğilimlerinin tam tersine bir vektör olduğu söylenebilir. Zaten Trump’ın bir şekilde Amerika’yı global ekonomi eğilimlerinden belli oranda koparmaya çalıştığı biliniyordu, bu çok net şekilde ortaya çıktı. Ulusal ekonomilerin önemi tekrar vurgulanmaya başlandı. Bu öyle kolay değil.”
'Avrupa'da 20'inci yüzyıldaki sosyal devlet yönelimi kendiliğinden değil SSCB'nin varlığı yüzünden mümkün olmuştu'
Hollanda'da 170 bilim insanının radikal reformlara gidilmesi çağrıları dünya çapında yapısal değişim çağrılarının adeta bir özetini teşkil ederken, Zeren'e göre bu talepler son derece 'naif'. Koronavirüs ve ekonomik kriz nedeniyle pek çoklarının keynesyen sosyal devletuygulamalarına dönüşü gündeme getirdiğini belirten Zeren, 2008 krizinde de benzer meseleler gündeme taşınmasına rağmen hiç adım atılmadığını anımsatırken, bunun en önemli sebebinin 40 yıldır neoliberal ekonomiyle büyüyen tekeller ve finans odaklarının siyasi iktidarları ellerinde tutması olduğunu kaydetti. Zeren, 20'inci yüzyılda Avrupa'da yükselen sosyal devlet geleneğinin ise karşısında ideolojik olarak rakip bir güç, SSCB olduğu için mümkün olduğunu anımsattı:
“Bu talepler iyimser, en hafif tabirle. İyimser derken biraz naif denebilir. Bu naiflik aslında şu anda çok yaygın. Dün iki profesör konuşuyordu televizyonda; ekonominin Keynesyen bir yere, bir tür sosyal devlet uygulamalarına geri dönüp dönemeyeceklerini tartışıyorlardı. Hatta batının bir sosyal devlet geleneği olduğu için 20. yüzyıldan, o tip sosyal devlet biçimlerine daha rahat dönebileceği düşünülüyordu. Şu unutuluyor. Birincisi, 2008 krizinden itibaren zaten küreselleşme ve finans ekonomisinin yarattığı sorunlar, büyüyen hizmet sektöründeki balonların ve borç ekonomisinin yarattığı sorunlar tartışılıyordu. 2008’den beri dünya üzerinde borç sadece katlanarak arttı.
Bu konuda hiçbir önlem de alınmadı. Burada bir gaflet yok. 40 yıldır bu ekonomiyle büyüyen tekellerin, finans odaklarının hala siyasi iktidarı ellerinde tutmaları, yani bir şekilde ekonomiyi ve sosyal yapıyı belirlemeleri söz konusu. Çok büyük bir yapısal dönüşüm gerekiyor şu anda. Radikal reformlar yapılabilir, bunun için uygun bir zemindir demeleri tamam, toplumun bunu görmesi için çok elverişli bir dönem olduğu kesin. Fakat bunun siyasi olarak kurulabilmesi için çok büyük bir siyasi enerji harcanması gerekiyor ve çok radikal bir dönüşüm gerekiyor. Siz 40 yılın siyasi, ekonomi yapılarını altüst edeceğinizi düşünüyorsunuz. Yeni bir gelir dağılımı, daha adaletli dağılım… Bunun daha önceki versiyonu 'New Deal', Amerika’da Roosevelt’in İkinci Dünya Savaşı’nda öne sürdüğü bir program. Bu kartların yeniden dağıtılması anlamına geliyor. Gelir dağılımını tekrar düzeltme, belli oranda kamu ekonomisi oluşturma. Tam da buradaki beklentilerin bir nevi 100 yıl önceki versiyonu diyebiliriz. Fakat bir nokta unutuluyor bence bu tartışmalarda.
20. Yüzyılda bir ideolojik rakip vardı ortada. Bütün batı devletlerinin ve Roosevelt’in de önünde, 1950 sonrasında Fransa, Almanya vs. hepsinin önünde rekabet etmeleri gereken çok önemli bir odak vardı. Bu odak Sovyetler Birliği ve bunun etrafında oluşmuş olan yeni toplumsal düzendi. Bu yeni düzen işçilere bu kadar önemli haklar verirken, batı Avrupa kendi emekçi sınıflarını ezemezdi. Dolayısıyla ona göre bir şekil almak zorundaydı. O yüzden ücretler yükseltildi, sağlık sistemi, emeklilik insani hale getirildi. Bu ideolojik kutuplaşmanın ürünüydü. Başka bir deyişle batı ekonomileri ve sermaye kesimleri ölümü görünce sıtmaya razı oldu. Dolayısıyla bir tür sosyal devlet sistemi üzerinden kendilerini var etmeye çalıştılar. Bu sistem yine çok uzun süremedi. 1970’lerden itibaren bu sistemi kendi elleriyle çözmek zorunda kaldılar. Yani aslında Batı ekonomisi ve sermayenin yapısına son derece ters bir sistem. Bu entelektüel çıkışlar; aydınların, uzmanların, teknisyenlerin daha adil ekonomi çıkışları, ‘Hangi siyasi proje yerine öneriyorsunuz ve bunu kimden bekliyorsunuz?’ sorusu burada muğlak kalıyor. Yani bunu kim yapacak ve yerine ne getirecek?”
'Zenginler razı olacaklar mı?'
Zeren'e göre bugünkü sosyal devlet tartışmalarında ara formül gibi sunulan 'temel gelir' (vatandaşlık geliri) çok ciddi bir kaynak seferberliği gerektiriyor. Ancak zengin sınıfların böylesine bir vergilendirmeye razı olmalarının zorluğuna dikkat çeken Zeren, yeni ve radikal bir reform sürecinden çok dünyanın öncelikle 1930'ların totaliter ve faşizan dönemine evrilme olasılığını daha güçlü buluyor:
“Temel gelir sistemi öneriyorlar. Vatandaşlık geliri; herkese vatandaş olması sebebiyle verilecek bir gelir. Bu da bir tür ara formül gibi sunuluyor. Bunun kendisi bile çok ciddi bir kaynak seferberliği gerektiriyor. Yani varlık üzerinden vergilerin artırılması anlamına geliyor. Zengin sınıfların, elinde çok fazla varlığı bulunan kesimlerin daha yüksek vergilendirildiği bir sistem öngörüyor. Bakalım buna razı olacaklar mı ya da ne karşılığında razı olacaklar? Şu ana kadar tam tersi bir ekonomiyle büyümüş serpilmiş ve bundan beslenen bir kesimler. Bu soruların yanıtları şu anda en azından bu talepleri ileri sürenlerce verilemiyor. Bu sorulara yanıt veren bir siyasi özne göremiyorum. Bir sosyal baskı, mücadele olmadıkça, bu tip bir yere evrilme ihtimali çok fazla. Bu bir tür mantığın ya da tarihsel deneyimin bize gösterdiği bir şey. Bunu tespit etmek her şeyin çok kötüye gideceği anlamına gelmez. Nereden düzeltilmeye başlanacağını bize gösterir. O anlamda da şu anda bu işlerin evrileceği daha öncelikli nokta bir tür 30’lu yılların totaliter, faşizanyönetimlerine doğru evrilme."
'Deregülasyon kurumsuzlaşmayı da getirdi'
Zeren, aynı zamanda dünya ekonomisinin son 40 yıldır deregüle edilmiş olmasının boyutlarının küresel çapta bir 'kurumsuzlaşma' getirdiğini anımsattı. Salt ekonomik kurallar değil anayasa ve hukuk sistemlerinin de bu uğurda feda edildiğini belirten Zeren, siyasi bir karşıt kutbun bulunmadığı bir ortamda küreselleşen ekonominin temel mottosu olan 'deregülasyonun' tersine çevrilmesinin güçlüğüne dikkat çekti.
"Keynesyen ekonomi, sosyal devlet, adil dağılım vs. bunları söylerken şu da unutuluyor, Sovyetler Birliği’nin unutulduğu gibi. O bir kurumlar düzeniydi. Tek tek izole ulus devletler düzeni değildi. Uluslar üstü çok ciddi kurumlar vardı; Birleşmiş Milletler, uluslararası ticareti düzenleyen Bretton Woods sistemi vardı. Yani uluslararası para belli bir standarda bağlıydı. İstikrar ve kurum uluslararası sistemden ulus devletlere doğru inşa edilmişti Batı ekonomileri açısından. Şimdiyse böyle bir uluslararası kurum ve kuruluş oluşturabilecek irade olmadığı gibi sistemler tam da 30’daki gibi izole devletler olmaya evriliyorlar. Bir uluslararası bağ, kurumlaşma ortadan kalkıyor. Buna ek olarak 70’lerden itibaren globalleşen ekonominin temel mottosu deregülasyon. Düzensizleşme ve kurumsuzlaşma. Ekonomiyi ve sosyal hayatı düzenleyen kural ve kurumların sökülmesi.
Bunun içine anayasa da girdi. Bu işler sadece ekonomi kurallarla gelmedi, anayasanın hukuk sistemleri bu uğurda feda edildi. Şimdi bütün bu deregülasyonu tersine çevirip regüle edecek düzenleyecek bir siyasi yapı ortada şu anda yok. Çünkü bu çok ciddi bütün ülkelerin neredeyse yarım asırlık güç dengelerini tersine çevirmeyi gerektiriyor. 20. Yüzyılın başından farkımız o bir siyasi kutup yok ortada, bunu öneren de yok. Daha adil bir sistemi şu anki adalet sistemini kuranlardan istiyorsak, zaten orada kendi başına çelişkiye düşmüş oluyoruz. Şu anki kriz ne olacak bilinmiyor. 1929 bunalımından daha ağır sonuçlara yol açacağı tehlikesinden bahsediyorlar. Çok geniş oranda gerçekten orta sınıflar küçük ölçekli üretim yapanların büyük oranda kırılacağı tahmin ediliyor. Bu arada devletle daha iç içe geçmiş olan büyük sermaye kesimlerinin pozisyonlarını koruyacağı ama orta tabakanın büyük bir yıkıma uğrayacağı söyleniyor. Bunları istihdam edecek bir geniş ekonomiyi nasıl kuracaklar? Hangi enstitü, kurum hangi kaynakla yapacaklar? Bizim bu yüzden ilk aşamada gördüğümüz buradan gerçekten 30’lu yıllara benzeyen bir otoriterleşme dalgası. Bu büyük bir sosyal dönüşüm için daha büyük bir dinamik oluşturacaktır.”
‘Türkiye'deki sistem sermayeyi koruma odaklı. Tek yapılan enformasyonu kontrol etmeye çalışmak’
Zeren, Türkiye'de de koronavirüsle mücadelenin Erdoğan'ın liderlik ettiği tamamen sermaye kesimlerini korumak üzerine inşa etmiş bir ekonomik sistem eşliğinde yürütüldüğünü anımsattı. Alınan önlemlere bakıldığında sosyal refah devletine doğru bir dönüşümün işaretinin olmadığını, geniş kitlelerin lehine bir vaatte de bulunulmadığını belirten Zeren, Türkiye'nin en başta bu tarzda bir kriz ve çalkantı dönemini atlatacak bir siyasi yapıdan yoksun olduğunu vurguladı. Zeren'e göre hükümetin tek yapmaya çalıştığı son infaz yasasında gazetecileri dışlanmasında görüldüğü üzere enformasyonu kontrol etmeye çalışmak:
“Türkiye’de siyasi olarak Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denen daha önce anayasal teorilerde, kitaplar hiçbir şekilde görünmemiş bir sistemle karşıladı. Şu anda Türkiye’de birincisi ekonomi düzenlemesi var olan statükoyu korumak üzerine, verili güç dengelerini, verili sermaye gruplarını korumak üzerine kurulu. Burada sosyal refah devletine doğru bir dönüşüm kesinlikle yok. En son ücretsiz izin üzerinden yapılan düzenlemeler bunu net şekilde gösteriyor. Geniş kitleler lehine herhangi bir ‘ödül’ denebilecek dahi bir vaat yok ortada. Tamamıyla elinde büyük sermaye bulunduran kesimleri korumak üzerine organize olmuş bir ekonomik sistem var şu anda. Bu krizi bu şekilde atlatmak istiyorlar.
Bu kriz üzerinden Cumhurbaşkanlığı Hükümet sisteminin ne kadar işler ve iyi bir sistem olduğunu anlatma, bunun sergilenmesine girişmek isteniyor. Cuma günkü olayda da İçişleri Bakanı’nın istifadan dönmesi olayında da göründüğü üzere burada dikişler atmış durumda. Bir bilim kurulu var, uzun süre reklamı yapıldı. Fakat bilim kurulunun önerilerinin dinlenmediği ya da törpülendiği anlaşılıyor. Bu kurulun önerileri en tepedeki Cumhurbaşkanı sıfatı taşıyan kişiye hükümet sistemi gereği soruluyor. Fakat neden soruluyor, tıpla ilgili bir uzmanlığı mı var? O bütün bu uzmanların görüşlerini modere ediyor, törpülüyor ve başka bir biçime büründürüyor. Dolayısıyla Türkiye böyle kriz ve çalkantı dönemlerini atlatacak bir siyasi yapıdan yoksun. Bu yapının bütün vaadi krizlerde hızlı karar alma olmasına rağmen bu sistem tam tersine tökezleme getiriyor. Gereğini yapamamayı ve çözüm getirecek fikirlerin sekteye uğratılmasını beraberinde getiriyor.
Türkiye'de aslında teknik altyapı açısından Cumhuriyetin birikimi olduğu için bu salgın krizini karşılamaya yeterli olmasına rağmen siyasi olarak kesinlikle krizlere açık. Bir nevi her atılan adım kendi ayağına dolanacak bir hükümet sistemiyle yönetiliyor. Korkarım ceremesini daha göreceğiz. Şu anda siyasi otoritenin tek yaptığı şey enformasyonu kontrol etmeye çalışıyor olması. Açıklama yapan doktorları özür diletmeye çalışıyor, gazetecileri içeride tutmaya çalışıyor. Tartışmadan kaçarak verilen bir önergeyle infaz yasası çıkarılıyor. Türkiye’de şu anda hükümet sisteminin tek istikrarlı şekilde işlediği nokta burayı görüyoruz. Onun dışında özellikle önlemler, kamu sağlığı, kitlelerin refahı konusunda sürekli bir törpüleme ve tökezleme söz konusu. Hatta bunun umursanmadığı ortaya çıkıyor.”