‘MEDENİ HUKUK DOĞUMDAN ÖLÜME KADAR BİZİMLE'
"Medeni Kanun özel hayatımızın doğumdan öncesinden başlayıp ölümden sonrasına kadar uzanıyor. Henüz ana karnında olan bir bebek sağ doğmak koşuluyla miras hakkına sahip olur. Eşya hukuku, kişiler hukuku ve aile hukukuyla özel yaşamımızın bütün alanlarını kapsar. O ülkede insanların hangi kurallara tabi olduğunu gösterir. Devrim yasalarımızın her biri çok değerli ama medeni kanunun çok özel bir yeri var. Medeni kanunla birlikte Müslüman olmayanlar da medeni kanuna tabi olduğunu bildirmiştir. Din ayrımcılığı yapılmaksızın herkes bu yasaya tabi olmuştur.
Hukuki açıdan tam bir ilerleme oldu. Medeni Kanun günün koşullarına göre değiştirildi. Seçme seçilme hakkında ilerleme oldu. Türkiye uluslararası sözleşmeleri 1980'lerden sonra benimsedi. Herhangi bir alanda eşitsizlik varsa geçici önlemler alınmalıdır maddesi var ama bu hüküm siyasette hiç uygulanmadı. Hem yerel yönetimlerde hem mecliste kadınlar çok eksik temsil ediliyor. Hayata geçirme açısından bir türlü istenen adımlar atılamadı. Ne yazık ki kadına bakış açısı mecliste değişmedi. 1990'da sözleşme hayata geçirilirken kadın bakanlığı kurulmuştu. Ama 2011'de kadın ismi kaldırıldı, sadece aile içindeki sorun kalmış gibi yansıtılıp aile ve sosyal politikalar bakanlığı kuruldu. Yeni sistemde bence çalışma bakanlığı çok temel bir hizmet veren bakanlık içinde aile eritildi. Kadınların hakları için bir direnç yaşanıyor.
Anayasa uluslararası sözleşmeler kanun hükmünde uygulanır diyor. Türkiye bir yönden uluslararası sözleşmeleri kabul etmiş bir ülke. İstanbul sözleşmesi gibi. Hangisi uygulanacak diye bir karmaşaya olacak. Bu cümle Türkiye dışındaki ülkeler için hayati önem taşıyor. Din kurallarıyla yönetilen ülkelerde kadınlar ehliyet almak ya da tek başına seyahat etmek için mücadele veriyor. Türkiye bu tüzüğü 2013 yılında imzalamış. Ancak iyi bir örnek olarak alınabilir: Türkiye'nin bunu onaylayıp kanun haline getirmesi bizi geriye çekecek. Zihniyet bir bütündür. Siyasi irade bu şekliyle algılarken bir baskı aracı gibi kullanırken bazı söylemleri, yargıçlara da bu yansıyor. İyi hal indirimi, haksız tahrik indirimi gibi şeylerin uygulandığını görüyoruz. Bu gibi kamu vicdanını kanatan kararlar medya yoluyla yansıtılıyor. İyi örnekleri de anmak lazım. Yasalarda istediğimiz gibi mağduriyeti ortadan kaldıracak maddeler var. Ama bunun için yargıçların bunu benimsemesi lazım. 2015'te sürdürülebilir kalkınma hedefleri Birleşmiş Milletler'de kabul edildiğinde Türkiye de bunu kabul etti ve bakanlıklar bunu benimsedi. YÖK'te toplumsal cinsiyet eşitliği derslerinin kaldırılması gündeme geldi. Kadınlara yönelik hakların geri alınması için çaba var. Mesela arabuluculuk aile kanununa getirilmeye çalışılıyor. Her boşanma davasında bir baskı unsuru vardır bizim psikolojik ve ekonomik şiddet olarak tanımladığımız. Aile hukukunda zorunlu arabuluculuk olamaz, olmamalı. Ama adalet bakanı her vesilede bunun getirileceğini vurguluyor. İşçi işveren arasında da eşitsiz konum vardır orada da zorunlu hale getirildi. Buralara arabuluculuk olamaz.
‘7 MİLYON KADIN OKULA HİÇ GİTMEDİ'
Kadınların büyük bir kesimi haklarının farkında ve kullanmaya çalışıyor. Bir kısmı eğitim hakkından ne yazık ki faydalanamadı. 2 milyondan fazla kadın okuma yazma bilmiyor. Hiç okula gitmeyen 7 milyon kadın var. Kadın nüfusunun yüzde 70'i en çok ilköğretimden geçmiş. Bunlar aile bakanlığının rakamları. Bu tabloda kadın eğitim hakkına kavuşmamışsa çalışma hayatında da yer bulamıyor ve kadınlar işsiz. Siyasi arenada bulunamıyorlar. Böyle olunca kadını güçlendirecek bir bakanlığa ihtiyaç var. Ama politikada bu irade yok. Bunu yapmak kolay değil. Son birkaç aydır nafakayla ilgili bir tartışma var. Kadın nüfusunun eğitim alamadığı bir ülkede uzun yıllar eğitim alabilir ama boyanınca yoksulluk nafakası var. Yeni kanunlarda erkeğin hayatının ipotek altına alınması engellenmelidir diyor. Kanun süresiz nafaka talep edilebilir diyor.