Trump'ın kararıyla küresel denklemde oluşan tabloyu Cumhuriyet Gazetesi yazarı iktisatçı Ergin Yıldızoğlu ile konuştuk.
‘TİCARET SAVAŞLARINA DOĞRU GİTME OLASILIĞIMIZ YÜKSEK'
"Şu anda ticaret savaşlarının gündeme geldiğine ilişkin çok fazla ampirik veri var. En son Trump'ın aldığı önlemler ve ona verilen cevaplar öne çıkıyor. Ama ona gelmeden önce zaten bir süredir iki tane gelişme ticaret savaşlarına doğru gittiğimizi gösteriyordu. Birincisi ikili ticaret anlaşmalarının sayısı çok hızla artmasıydı. Buna karşılık tüm dünya ekonomisini yönetecek olan Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) bünyesinde süren serbestleştirme tartışmaları-anlaşmaları ilerleyemiyor. İkincisi birçok ülke dolaylı korumacılık uyguluyorlar. Yani kendi paralarını değerlendirerek diğerlerini düşürüyorlar. Kendi sanayilerine ve çeşitli dış ticaret şirketlerine kolaylık sağlıyorlar. Dolayısıyla ekstra avantaj sağlıyorlar ve diğerlerinin gelmesini gümrükte bekleterek, güvenlik sorunu çıkararak engelliyorlardı. Yani zaten böyle bir gidişat vardı. Şimdi açıkça ortaya konmuş bir tavır var. Bu tavrın karşısında da aynı şekilde tutarlı tavırlar başlarsa bir ticaret savaşlarına doğru gitme olasılığımız yüksek. Bunu teorik olarak da öngörmek mümkündü."
‘DOLAYLI YOLDAN TİCARET SAVAŞLARI, ASKERİ BASINÇ YAPMA NOKTASINA GELİYOR, SONRA DA FİLM KOPUYOR'
"İçinde bulunduğumuz ortam yani kapitalizmin krizinin kendini gösteriş biçimi, kapasite fazlası, talep düşüklüğü olarak kendini gösteriyor. Bunun aslında kar oranlarında düşme eylemi dolayısıyla da maliyet, işçi üretkenliği gibi sorunlar var. Verimlilik üzerine yapılan araştırmalar bunun bir türlü artmadığını gösteriyor. En son makine teknolojisine, robotlara rağmen emek verimliliği artmıyor ve bu büyük bir problem. Bu durumun nasıl açıklanacağı konusunda bir tartışma sürüp gidiyor. Burada esas problem şöyle: Eğer kapasite fazlası varsa kendi ülkenizde yatırım yapmanız zor. Karlı değil, dolayısıyla bu kapasiteyi eritmek lazım ki sermayeye daha yeni teknolojiyle daha üretken, daha kar yapabileceği alanlar açılsın. Ama bu kapasiteyi yok ederken bir sürü istihdam yok edilmiş oluyor. Bunun da siyasi sonuçları var. O zaman ‘olduğu kadar kendimi korumaya çalışacağım, başkasının ülkesindeki kapasitenin yok olması için, onların bu işin sosyal maliyetini üstlenmesi için çaba göstereceğim' noktasına geliniyor. Bu noktada sebep olarak şu söyleniyor: ‘Çünkü kendi işçi sınıfımın —özellikle seçimle gidip gelen hükümetler açısından- kendi orta sınıflarımın, çeşitli sermaye gruplarının basıncı altındayım, buna cevap vermek zorundayım yoksa aksi halde beni götürecekler bunları yapacak başka bir parti gelecek' deniyor. Bu sıkıntı hızla bütün kriz içerisinde bütün ülkelere yayılmaya devam ediyor. Böyle oldukça da herkes önlem almaya başlıyor. Bu önlemler önce dolaylı yollarda sonra ticaret savaşlarıyla oluyor derken birbiri üzerine piyasalarını açması için basınç yapmakla yani siyasi ve askeri basınç yapma noktasına geliyor. O sıralarda da film kopuyor. Bu durum adeta sistemin içine kurulu bir dinamit. Özellikle de mali finansal kriz ortalığı sarsıp büyük bir durgunluğu yerleştirdikten sonra bu anlamda bir gelişme olur mu olmaz mı ne zaman olmaya başlayacak sorularıyla karşı karşıyaydık."
‘ABD VE BATI'NIN HEGEMON SİYASİ GÜCÜ YENİ BİR MODELİ ÜRETMEYE YETMİYOR'
"2007-2008 yılını bir eşik olarak kabul ederek başlayabiliriz. Bu tarih işletim sisteminin yani ABD hegemonyası altındaki Batı modelinin krizinin yönetilmesine ilişkin kuralların işlemez hale geldiğini gösteriyor. Neydi bu kurallar? Finansallaşma, neo-liberal küreselleşme. 2007 krizi bize bu modelin işlemediğini gösterdi. Ya da bu model tükendiği için mali krizle karşı karşıya kaldık. Bunu bir köşeye yazdığımız zaman hemen arkasından ABD ve Batı'nın hegemon siyasi gücünün yeni bir modeli üretmeye ve düzen kurmaya yetmediğini söyleyebiliriz. Bunun sebeplerinden birincisi kendi ekonomilerinin çelişkilerinden kaynaklanıyor ikincisi de büyük güçlerin yükselmeye başlamasıyla ve bunların zaten var olan işletme sisteminin kendi ihtiyaçlarını karşılık vermediği düşünüp değiştirmeye başlamalarından kaynaklanıyor. Bu da aynı modelin içine kurulu. Daha önceki yüzyılda da bunu gördük. Kapitalist sistem önce bir merkezde güç biriktiriyor, bu merkez dünyanın geri kalanına bir düzen getiriyor. Zaman içerisinde bu model krize girerek başka yerlerde güç birikimleri olmaya, sermaye birikmeye başlıyor."
‘İKİNCİ DÜNYA SAVAŞINDAN SONRA ABD'NİN ROLÜNE BENZER BİR BİÇİMDE ÇİN İLERLEMEYE ÇALIŞIYOR'
"Çin de olduğu gibi Rusya'nın kendi toparlamasında olduğu gibi bunlar kendi ihtiyaçları doğrultusunda genişlemek işitiyorlar. Bunu yapmak istediklerinde karşılarındaki ekonomik modelin dayatmaları ile karşı karşıya kalıyorlar. Çünkü bu model onların genişlemesi ile değil Batı'nın genişlemesi ve ihtiyaçları için kurulmuş. Bu ikisi karşı karşıya gelip sürtüşmeye başladığından bir süre sonra korumacılık, askeri rekabet, bölgeler üzerinde nüfuz kontrolü, mekân kontrolü ortaya çıkıyor. Çinlilerin ‘tek yol, tek kuşak' dedikleri Madrid'e kadar gitmesi planlanan projeye baktığımızda denizlerden ayrı, denizlerin üzerinde, ABD'nin kontrol ettiği denizlerden uzaklaşan ticari, mali aynı zamanda alt yapı yatırımlarıyla fiziki olarak şekillendirilebilen ve tabii ki oralardaki yönetici sınıfların da bundan nemalanmasıyla çeşitli ittifakların oluşmasına yol açan bir mekân düzenlemesi görüyoruz burada. Bunu kim düzenliyorsa onun hegemonu o olacak demektir. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra nasıl ki ABD, IMF aracılığıyla Avrupa'yı, az gelişmiş gelişmekte olan ülkeleri ve Japonya ekonomisini düzenledi, şekillendirdi, şimdi de benzer bir yöntemle Çin ilerlemeye çalışıyor. Rusya bunla beraber kendi konumunu korumaya ve yeni bir yer bulmaya çalışıyor bu ilişkiler içerisinde. Bu sırada ABD elindeki araçları kaybetmeye başlıyor."
‘YILLAR ÖNCE ABD HEGEMONYASININ ARAÇLARI OLAN IMF VE DTÖ DE ABD'NİN KARARINA TEPKİLİ'
"Bu korumacılık üzerine tepki veren kuruma bakarsak bir tanesi IMF öbürü de DTÖ. Bunların ikisinin de bundan 15 yıl öncesinde özellikle de IMF sonra DTÖ, ABD hegemonyasının önemli araçlarıydı. Şimdi bunlar ABD'ye ‘yaparsan sonuçları böyle olur' demeye başlıyorlar. Bu kurumların içinde gelişmekte olan ülkelerin gücü arttı. Hem de Çin'in basıncıyla ve Çin'in piyasasına herkesin ihtiyacı buralarda ABD'nin gücünü geriletti. Bu onlar açısından çok vahim bir şey. Böyle durumlarda emperyalist güçler içe çekilecek ondan sonra da dışa açılmaya yönelecek yeni baştan. Yeniden dışa açılmaya başladığı zaman da kavga gürültüyle karşılaşmaya başlayacağız."
‘HEGEMONYACI DURUMUNU KAYBEDEN BİR ÜLKE ASLA GERİ DÖNEMEZ'
Yıldızoğlu, tarihsel olarak hegemonyacı gücünü kaybeden bir ülke artık asla geri dönemeyeceğini belirtirken, bunun sebebinin de onun durumunu ortaya çıkartan koşulların ortadan kalkması olduğunu vurguladı:
"ABD'deki sorun birkaç kademeli olarak düşünülebilir. Birincisi çok tarihsel bir şey. Bir kere hegemonyacı durumunu kaybeden hiçbir ülke asla bir daha geri dönemez. Çünkü hegemonyasının ortaya çıktığı koşullar çoktan yok olmuştur. Başka birisi artık yükselecek. Bu kaçınılmaz bir şey. Tarihe baktığımızda adım adım hegemonya gücü hiç geri dönmeden gidiyor.''
‘ABD BİR SERMAYE GRUBUNU KORURKEN DİĞERİNİ ETKİLEMİŞ OLUYOR, BUNUN SONU YOK'
"ABD şu anda almaya çalıştığı önlemlerle bir grup sermaye grubunu ve işçi kesimi korur gibi gözükürken bir başka grubu da çok fena etkilemeye başlamış oluyor. Bu kararlar açıklanır açıklanmaz o gün General Motors ve Ford'un hisseleri düştü. Çelik ithalatına vergi koyduğunuzda içerideki demir çelik pahalı olmuş olacak. Ama eğer dışarıda Almanya'da, Kore'de, Japonya'da daha ucuz çelikle ve metalle üretilmiş arabalara gümrük koymazsan ucuz çelik böyle girecek içeri. İçeridekiler bununla rekabet edemeyecekler, yine batacaklar. İçerideki sanayinin çeliğe ihtiyacı var. Getirdiği çelik daha yüksek gümrük verili ise bunu kullananların başı derde girecek. Robotlar devreye sokulmaya çalışılacak ve daha çok kar maliyet düşürme çabası içine gireceklerdir. Bundan da işçi sınıfı sıkıntı çekecektir. Öngörülemeyen sonuçlar yasası gibi bir süreç şakır şakır işlemeye başladı birdenbire. Yapılan iş tam tersine bir taraftan bir şey üretiyor ama bunun yanında bambaşka şeyler de üretip neredeyse bumerang gibi geri gelip başkalarını vurmaya başlıyor. Bir sermaye grubu böyle yaparken öbür sermaye grubu —finans kesimi, ileri teknolojide çalışanlar- hem piyasalarını kaybetmekten hem misillemeden korktukları için itiraz etmeye, durumu engellemeye çalışıyorlar. Onların bir de böyle problemi var. Dolayısıyla ABD'lilerin korumacılığının en riskli kısmı olarak ‘azcık koruyalım ve duralım' ile sorun savabilecek bir süreç değil bu. Bir tek sektörle kalması da mümkün değil. Demir çeliğe girdiğiniz zaman onun bağlantısı olan bütün sektörleri etkileyeme başlıyorsunuz hem kendinizinkini hem de rakiplerinizi etkiyorsunuz. Herkese aynı tedbirleri aldığınızda herkesle aynı yerde oluyorsunuz hep birlikte. Sistemin içine kurulu bir şey bu. Kapital üçüncü ciltte kar oranları düşme yasasının karşıt eğilimlerine baktığımızda şu anda olan her şeyi orada görüyoruz. Onları yapıyor sermaye. Sonuç küreselleşme olarak çıkıyor karşımıza. Biraz daha ilerisinde finansallaşma çıkıyor, biraz daha sonra herkes birbirine benzeyince piyasalar daralmaya başlıyor, ondan sonra korumacılık başlıyor. Bundan öteye gidildiğinde sömürgeleri paylaşıyorlar, bundan ötesinde de savaşmaya başlıyorlar. Çok tuhaf bir şey. Bunun sonu gelmiyor maalesef."
‘DEVLET KAPİTALİZMİ SAVAŞ ÖNCESİ BİR ŞEKİLLENME'
"Burada beni korkutan olay şu: Kamuculuk derken devlet kapitalizminin gündeme gelmesi ve devlet şirketlere el koyup da edinmeye başladığı zaman insanların ‘kamulaştırılıyor' deyip sevinmesi. Devlet kapitalizmi önümüzdeki dönemde çok daha gündeme gelecek bir şey. Sermayeyi korumak için devlet birçok bankalardan başladı ama giderek batan sanayi şirketlerini kontrol altına alacak özellikle de stratejik olanları. İlk adım bu kurumları yabancıların almasının engellenmesi oldu. Fransa'da oldu bu, Almanya'da tartışılıyor. ABD'de doğrudan engellediler Çin'in alış satış yapmasını. Bunlar hep devlet kapitalizminin ürünleri. Devlet kapitalizmi ise savaş öncesi bir şekillenme, devletin mantığının sermayedarların mantığına hâkim olmaya başlaması gerekiyor ki devlet uzun dönemli planlamaya yapmaya başlasın savaşmak için. Bu tehlikeli bir şey tabii."
‘SOLUN DA GÜNAHI BÜYÜK'
"Tarihe baktığımızda bu engellemez gibi gözüken şey aslında engellenebilirmiş gibi de gözüküyor. Yani Almanya'da Naziler iktidara gelirken sosyal demokratlar ve komünistler tabii caizse ‘pikniğe gitmeselerdi' daha başındayken kolaylıkla Nazi Partisini hep birlikte tükürselerdi boğarlardı. ‘Bir şey değil bunlar manyak hatta iktidara geldiği zamanda şimdi gerçek yüzü ortaya çıkacak halkımız buna oy vermeyecek' dediler. Oy verme olayının bittiği yerde biz oy vermekten bahsediyoruz. Türkiye ile paralelliği var bu işin. Bizde de oy verme olayı bitmek üzere ve biz oy vermekten bahsediyoruz, önümüzdeki dönemde. Solun günahı çok büyük burada. Sol —bütün genel durumu kastediyorum- karşısındaki gelen gücün vahametini tekrarlamakla birlikte onu engellemek için bir araya gelmeyi, ortak bir şeyler yapmayı bir türlü beceremiyor. Dün de beceremedi. Bugün de beceremiyor. Kendisine yönelik eleştiri yapmıyor. Sürekli karşı tarafta iş birlikçiler arıyor. Muhafazakarlıktan şikâyet ediyor. Ama kendi içinde bir düzenlemeye gidip bir engelleme yapamıyor. Zaten engelleyemediği için geliyor bunlar başımıza. Olayın bu kısmı çok fazla düşünülmüyor. Çünkü iğne ve çuvaldız meselesi, kimsenin hem tarihi değerlendirirken hem de bugün yapılacak olanları düşünürken niyeti yok kendine bir şey batırmaya. Önümüzdeki küresel gidiş bir duvara çarpamadan önce biz bir duvara çarpmak üzereyiz."